16 Temmuz 2014 Çarşamba

Pardayan-Folkestone

I


İngiltere'nin güney sahil kentlerinden Folkestone, 1575 yılında bir şövalyenin müthiş macerasına tanıklık etti. 2 Ekim'de oldukça soğuk bir sonbahar gecesinde, bir grup serseri Kalkanhaç Hanı'nın önünde yaşlı bir şövalyeye saldırdılar. Kılıçlar havada uçuşuyor, kurt şövalye serserileri çevik kılıç hareketleriyle yere seriyordu. Lakin kavga ilerledikçe yaşlı şövalye yorgun düşmeye başlamıştı. Henüz ciddi bir yara almamıştı ama bu şekilde devam ederse hanın ahırının kapısında köşeye sıkışacaktı. Kılıç darbelerini ustaca savuşturmaya devam eden yaşlı şövalye bir yandan da fırsatını bulduğunda saldırıp bir iki mel'unu daha haklayıveriyordu. Nihayet hanın ahırının kapısına dayanmıştı. Son birkaç darbeyi daha savuşturup son bir atağa geçmeyi düşünüyordu bir yandan, kılıcının tadını serserilere iyice tattırmadan pes etmeye niyeti yoktu. Tam atağa geçecekti ki bir anda han ahırının kapısı açıldı ve geriye doğru düşüverdi. Kafasını küreğe çarpan yaşlı şövalye baygın bir vaziyette yeri boyladı...
Kızarmış tavuk kokularıyla tekrar uyandı yaşlı şövalye. Ahırında bayıldığı hanın üst kattaki odalarından birindeydi şimdi. Kendine gelmeye çalışıyordu, dün ahırın kapısı açılıp yere düştükten sonra nasıl hayatta kalabileceğini düşünüyordu. Hancının yanına indi. Şişman ve pembe suratlı hancıya:
- Beni buraya kim getirdi?
- Genç, Fransız bir monsenyör getirdi. Bir haftalık masraflara yetecek kadar da şilin bıraktı sizin için.
- Allah allah, kimmiş bu asilzade? Şimdi nerededir?
- Mösyö dö Pardayan efendim, bu sabah hanı terk etti.



II




-      Bundan daha iyisini şu an düşünemiyorum bile Arthur. Hoşça kal.
                                                                                    Sir Warham




Yaşlı şövalyemize o akşam neler olduğuna dönmeden önce 27 Eylül sabahına dönelim. İki gündür aç ve susuz yol alan yaşlı adam atının üstünde uyur vaziyette Ashford’a girdiği sabah birçok kişi onun sefil haline bakıp acımıştı. Hatta birkaç çocuk yanına gelip ufak bir matarada su bırakıp gitmişlerdi. İçler acısı bu haliyle yaşlı şövalye acınası bir dilenciden farksızdı. Lakin aslında atının cepleri şilin ile doluydu. Bir meyhanenin önünde atının durdurulmasıyla uyandı. Birkaç düşünceli delikanlı, yarası olduğunu ve bayıldığını düşündüğü için yardım etmek istemişlerdi yaşlı adama. İhtiyar şövalye sımsıcak bir gülümsemeyle bir sıkıntısı olmadığını anlatıp yoluna devam etti ve şehrin biraz dışında kalan eski püskü bir hanın önünde durdu. Hanın dökülmüş tavanının altında şöyle bir yazı vardı << Bedel ödenmeden kazanılan başarı ancak kötülere hastır. >>. Yaşlı adam bu yazıyı görünce yüzünü bir tebessüm sardı. Hemen altında da hanın ismi yer alıyordu << Demir Yumruk Hanı>>. Hanın önünde duran bıyıkları yeni terlemiş delikanlıya dönerek
-      Sen bu hanın çırağı mısın delikanlı?
-      Evet efendim. Adım Richard. Hanımızda konaklamak ister misiniz?
Şövalye kafasıyla evet işareti yaptı ve atından indi. Atı ahıra götürmek için gelen delikanlıya
-      Dikkat etsen iyi olur, o at VIII. Henry’nin üzerinden düştüğü hırçın atın soyundandır.
Bunun üzerine çırak korkuyla karışık içinden küfürler sayarak atı ahıra doğru götürdü. Yaşlı şövalyemiz << Amma da ödlek çıktın be Richard!>> diye düşündükten sonra delikanlıya birkaç şilin bırakıp odasına çekildi. Akşam yemeğine kadar da bir kez olsun odasından çıkmadı. Temizlenip serseri halinden kurtulduktan sonra akşam yemeğinde, iri kıyım kızarmış bir tavuğu mideye indirdi. Ardından, yanına gelen hancıdan VIII. Henry zamanında İngiltere’ye özel olarak getirtilen nadir Fransız şaraplarından istedi. Hancı bütün şaşkınlığıyla
-      Affedersiniz efendim ama benim hanımda VIII. Henry zamanında gelen özel Fransız şaraplarından olduğunu nasıl anladınız?
-      Laf! Bu da soru mu be ey asil hancı! O şarapları, sen daha burada babanın yanında ufacık çocukken, mahzenlere dizen delikanlı kimdi sanıyorsun!
Ne diyeceğini bilemeyen hancı olduğu yere mıhlanmış gibi kaldı. Yaşlı şövalyenin kahkahasıyla kendine anca gelebildi.
-      Beni fakir bir dilenci zannetmiştin ha Arthur! Haydi, artık getir de şu enfes şarapları beraber yuvarlayalım!
Şimşek gibi yerinden fırlayan hancı seçtiği en yıllanmış şaraplarla geri döndü ve yaşlı şövalyenin karşısına oturdu.
-      Olacak iş değil Sir Warham. Vallahi de sizi nasıl tanıyamadığıma kahroldum.
Yaşlı şövalye tüm alaycılığıyla
-      Carrigaline’de dört yıldır isyanların göbeğinde kaldıktan sonra vallahi ben de kendimi tanıyamazdım azizim.
-      Sizin hayatınız isyanları bastırmakla geçiyor azizim, önce Kent’te sonra da County Cork’ta…
-      Beyhude Arthur! Tamamen beyhude! İnsanların birbirleriyle refah içinde yaşamak istemiyorlar. Hep bir huzursuzluk, hep bir güç kaygısı, hep bir entrika…
Hancı daha fazla isyan, yıkım ve huzursuzluk konuşmak istemiyordu, içi yeterince kararmıştı. Konuyu değiştirerek:
-      Peki, sizi Ashford’a atan rüzgâr nedir azizim?
-      Aslında Folkestone’a gidiyorum Arthur. Fakat uzun süredir dinlenmemiştim ve eski bir dostu ziyaret etmek hoş olur diye düşündüm.
-      Ne güzel yapmışsınız. Merakımı mazur görün efendim ama Folkestone gibi şu an Fransızların akın ettiği bir sahil kasabasına neden yolculuk ediyorsunuz?
-      Sende de kedi merakı var be Arthur, dikkat et de başına iş açmasın.
Bunun üzerine hancı kıpkırmızı kesildi. Utancından yüzünü kaldırmaya cesaret edemedi. Kafasını kaldırıp baksaydı Sir Warham’ın bütün alaycılığıyla kendisine baktığını görecekti.
-      Amma da kızardın be Arthur. Anlatılmayacak bir hikâyem yok ya.
Bunun üzerine Sir Warham bir kahkaha daha patlattı. Rengi yerine gelen Arthur
-      Benim yıkık dökük hanıma sizin gibi saygıdeğer müşteriler gelmeyeli epey olmuştu. Nazikliğimi kaybedeli uzun bir süre olmuş anlaşılan
-      Olur mu öyle şey Arthur. Sadece mizah anlayışını kaybetmişsin.
Bunun üzerine Arthur’un da gülümsediğini fark eden Sir Warham ciddileşerek
-      Dedim ya sana anlatılmayacak hikâyem mi olur. 1568 yılında ailemle birlikte İrlanda’ya taşındım bir koloni kurmak amacıyla. Bir yıl sonra haziran ayında kendimize destekçi bulmak için Carrigaline’e geldik. Fakat o sırada artan isyanlar sırasında evimiz isyancılar tarafından ablukaya alındı ve ateşe verildi. Karım ve kuzenim yardım gelene kadar dayandılar. Bir yıl sonra denediğim planın anlamsızca olduğunu anladım ve 1570’de İngiltere’ye temelli döndüm. İki yıl boyunca Desmond Kontu tarafından Leeds kalesinde alıkonuldum. 1569’daki yangında büyük yaralar alan eşim 6 yıl boyunca acılar çekti ve bu sene vefat etti. Ben de evimizi yakan adi isyancıların geçen sene isyan tamamen bastırıldıktan sonra Folkestone’a kaçtıklarını öğrendim. İşte bu yüzden gidiyorum Folkestone’a Arthur. Belki de son kez kılıç çekmek için.
Arthur’un benzi atmıştı gene. Bu sefer bembeyaz kesilmişti.
-      Efendim keşke ben de bir şövalye olsaydım da sizinle birlikte haklasaydım o adi mel’unları.
-      Nefis tavuklarından ve bir iki Fransız şarabından bana yolluk yapabilirsen en az yanımda kılıç çekmiş kadar fayda sağlarsın bana Arthur!
-      O da bir şey mi efendim. Size öyle yemekler hazırlayacağım ki yedikten sonra önünüze Osmanlı yeniçerileri bile çıksa alt edecek gücü bulacaksınız!
-      O zaman çabuk tut elini Arthur çünkü bu gece yola çıkıyorum.
Arthur bir anda yemekleri hazırlamak amacıyla kayboluverdi ve mutfaktan nefis kokular yükselmeye başladı. Sir Warham odasına çıktı. Kılıcını ve hançerini bilemeye başladı. Bir yandan da yapacağı belki de son düelloyu düşünüyordu. Özenle her silahını temizledikten sonra kestirmeye koyuldu

Gecenin ilerleyen saatlerinde her şey hazırlandı. Sir Warham, Arthur ile vedalaşmak için hanın kapısında durdu. Richard’tan atını getirmesini istedi. At geldiğinde üzerindeki şilin yüklü torbaları kaldırıp Arthur’a verdi. Arthur ne olduğunu anlamayarak
-      Ne yapıyorsunuz efendim burada neredeyse tüm Ashford’u silahlandıracak kadar şilin var.
-      Benim geri dönüp dönmeyeceğim belli değil Arthur. Hem öldürülürsem bu paranın haydutların eline geçmesini de istemem. Şu noktadan sonra bu kadar şilini emanet edebileceğim bir kişi bile kalmadı. Bu parayı hanını tamir etmek için harca. Eğer hayatta kalırsam ve dönebilirsem o zaman sonrasını konuşuruz.
Arthur hem ağlamaklı hem de kendinden emin
-      Geri döneceksiniz efendim ve bu handa sizi tekrar ağırlayacağım. Hem de döndüğünüzde şimdiki gibi yıkık dökük de olmayacak!
-      Bundan daha iyisini şu an düşünemiyorum bile Arthur. Hoşça kal.
-      Hoşça kalın efendim.
III




-      Bu Fransızlar da amma sevdi Folkestone’u ha. Yakında burası için de savaş çıkartırlarsa şaşırmam!
                                                                        Sir Warham




Ashford’dan ayrıldıktan sonra yavaş yavaş Folkestone yoluna koyuldu Sir Warham. Acele etmiyordu, zira evini yakan ve karısının ölümüne sebebiyet veren mel’unların haberi yoktu kendisinin onları aradığından. Folkestone’a vardığında çabuk olmalıydı çünkü adi Todd onu gördüğü anda tanır ve bütün köpeklerini üstüne salardı. Bu yaşında bir grup serseriyle tek başına uğraşacak gücü yoktu. Dolayısıyla Todd’un son ana kadar kendisini fark etmemesi gerekiyordu, kalbine indireceği son darbeye kadar…
Nihayet 2 Ekim günü güneş doğarken Folkestone sahiline vardı. Oldukça açık, bulutsuz bir gündü. İngiltere için pek de alışılagelmiş bir sabah değildi. Bulutsuz bir günde Folkestone sahilinden Fransa kıyıları görülebilirdi. Hatta dikkatle bakan bir çift göz az çok Boulogne-sur Mer limanının silüetini seçebilirdi. Hatta sahilin kıyısında dimdik ayakta duran bir genç tam da bu tarafa doğru bakıyordu. Tabi bu kıyı şehirlerine daha önce gitmemiş olan Sir Warham’ın bunu kestiremedi. Uzaktan şöyle bir süzdü bu yabancı kılıklı delikanlıyı. Bir İngiliz gibi giyinmemişti, Kıyafetlerinden bir Fransız olduğunu tahmin etti. İnce ve keskin bıyıklarını da görünce tahmininin yerinde olduğunu anladı. << Bu Fransızlar da amma sevdi Folkestone’u ha. Yakında burası için de savaş çıkartırlarsa şaşırmam!>> Daha sonra yabancının sadece Fransız olduğu için hakkında kötü düşündüğü hatırlayıp kendinden utandı ve <<Bu saatte daha in cin top oynarken delikanlının başına serseriler üşüşmese bari. >> diye düşündü ardından. Fransız gencin yanına gidip buraların bu saatte çok da tekin yerler olmadığı söyleyip uyarmayı düşündü ama bunu yapmadı. Çünkü burada ne kadar süre kalırsa Todd tarafından görülme ve bunun akabinde onun çetesiyle tek başına uğraşmak riski vardı. Halbuki, O farklı düşünüyordu. Todd’un nerede kaldığını bulana kadar şehirde kalmayacaktı. Her gece buraya gelip keşif yapıp gündüzleri şehir dışında bir yerlerde uyuyacaktı. Hatta bu planı uygulamak için saatlerce kendine şehrin dışında, sabah ve öğlen vakti gölgesinde uyuyabileceği bir ağaç aradı. Ve tam Dover yolu üzerinde istediği ağacı da buldu. Atını da götürmeyecekti yanında çünkü tam kafasının üzerinde bembeyaz bir iz olan kahverengi atını da tanıma ihtimali vardı Todd’un. Tanınmamak için aklına gelen tüm önlemleri almıştı Sir Warham. Artık sadece geceleri varoş bir kılıkla şehre girip Todd’un nerede kaldığını öğrenmesi gerekiyordu, gerisi kolaydı…
Sahilden ayrılırken bu akşam işe koyulmasının iyi olabileceğini düşündü. Atını Dover yolu üzerindeki bir tepenin üstünde bulunan müthiş büyüklükteki meşe ağacının altına bıraktı. Sonbahar olduğu için yapraklarının çoğu dökülmüştü ama ağaç o kadar devasaydı ki dalları bile yeterince gölge yaratıyordu. Atını sıkı bağlamadı çünkü dönememe veya haydutlar tarafından atının alıkonulma ihtimaline karşı çok güçlü atının iplerden çabuk kurtularak kaçmasını istiyordu. Zaten atı o gelene kadar ip bağlamasa da beklerdi onu. Sir Warham’ın atlarla özel bir ilişkisi vardı. En asabi, en üzerine binilemez atlar bile Sir Warham karşısında durulurdu. Kesinlikle atlarla iletişim kurmasını çok iyi bilen bir adamdı Sir Warham. 1.Elizabeth’in isyanları bastırmakla görevli ordularında ustaca at binmesiyle nam salmıştı zaten. Hatta birçok general kendisinin Osmanlı akıncıları kadar usta bir at binicisi olduğunu söylemişti kendisine, hem de daha yirmili yaşlarındayken. Atını gayet hafifçe bağladıktan sonra Arthur’un kendisi için hazırladığı yemeklerden yemeye koyuldu. Günler geçmişti ve o yemekler ilk günkü lezzetiyle duruyordu. << Bu Arthur da yemek yapmayı babasından iyi öğrenmiş>> diye düşündü son lokmayı mideye indirirken. Biraz kestirmeye koyuldu sahilde gördüğü Fransız genci düşündü o vakitte ne arıyordu o kıyıda acaba…
Güneşin batmasına yakan yayan olarak yola koyuldu üstüne başını da bilerek biraz toz içinde bıraktı şehre girerken. Yine sahil tarafından girdi şehre bir bakımdan o Fransızı tekrar görmeyi umuyordu. Ve umduğunu buldu da sabahki dikildiği yerle tam olarak aynı yerde duruyordu gene. Sir Warham bu sahneyi görünce epey şaşırdı. Yine Fransa kıyılarına doğru bakıyordu yabancı ama bu sefer kıyılar gözükmüyordu çünkü hafiften sis çökmeye başlamıştı. Birkaç gün boyunca da bir daha görünmeyeceğine kanaat getirdi Sir Warham İngiltere’nin havası böyleydi çünkü. Güneşli ve açık bir güne uyanmak epey zordur. <<Herhalde evini özlemiş bir ana kuzusudur>> diyip güldü Sir Warham. Yine yabancı delikanlının yanına gitmedi. <<Bu tür gereksiz işlere harcayacak zamanım yok. Önce Todd’u halledeyim ondan sonra şu delikanlıyla bi sohbet ederiz artık>> diye düşündü. Şehrin içine girdiğinde güneş batmıştı. Yavaş yavaş meydana doğru geldi. Yolda rastladığı dilencilere Sarı saçlı fazlasıyla İrlandalıya benzeyen sıska bir adam tarif etti ama hiçbiri yardımcı olamadı Sir Warham’a. Tam bugünlük bu kadar yeter diye düşünmüştü ki bir handan yaka paça fırlatılan yaşlı bir adamı gördü. Dışarıdan dilenciye benzeyen bu adamın yanına gitti ve yine aynı soruyu sordu. Yaşlı adam Sir Warham’ı baştan aşağı bir süzdü ve bahsettiği tarifteki adama benzer birini görmediğini söyleyerek uzaklaştı. Oldukça kaba davranan adamdan sonra Sir Warham şansını daha fazla zorlamak istemedi ve sahile doğru tekrar yöneldi. Dilencilere soru sormayacaktı bir dahaki sefere, daha gizli dolaşmanın bir yolunu bulacaktı. Çünkü daha birkaç saati tamamlamadan şehirden ayrılıyordu ve bir sürü dilenciye Todd’un tarifini yapmıştı. Tesadüfen bir tanesi Todd’un adamı olsa bütün planı suya düşebilirdi. Biraz tedbirsiz davrandığını düşündü. Biraz sinirli biraz da düşünceli şekilde dönüyordu yolundan. Sahil kıyısında Fransız delikanlı yoktu şimdi. <<Nereye kaybolmuştu acaba, tekrar gelir miydi?>>. Daha birkaç saat önce sanki oradan hiç ayrılmayacakmış gibi dimdik duruyordu ama şimdi yoktu. Yavaş yavaş yoluna koyulmaya başladı. Bir yandan da << Allahtan hiçbir dilenci Todd’un adamlarından biri değilmiş yoksa şimdiye bir orduyla peşime düşerdi mel’un>> Tam bunları düşünüyordu ki şehrin içinden birinin ona doğru koşarak geldiğine gördü. Sesli bir şekilde
-      Hay kör şeytan bir kere de korktuğum başıma gelmeyiversin.
Eli hemen kılıcına gitti, her şeye hazır bir şekilde adamın ulaşmasını bekledi. Gelenlerden biri Todd’un adamı olabilirdi belki de emin olmak için bir adam daha gönderip kesin teyit ettirmek istemiş olabilirdi. Ama kaygıları nafileydi, en son soru sorduğu yaşlı dilenciydi bu gelen. Onun suratını seçince kılıcının kabzasını tutan eli gevşedi. Yine de tedbiri elden bırakmamıştı. Yaşlı adam kendinden beklenmeyecek bir çeviklikle koşmuş ve Sir Warham’ın yanına ulaşmıştı bile. Nefes nefese
-      Efendim sizin bahsettiğiniz adamı meydanın aşağısında kalan ufak kilisenin yanında gördüm ve takip ettim. Mavi kapılı Kalkan Haç hanının içine girerken gördüm ve hemen şehirde sizi aramaya başladım.
-      Bugün duyduğum en güzel haber bu. Çok teşekkür ederim. Adınız neydi?
-      David, efendim. Bu bilgi karşılığında aç karnımı doyurursunuz diye düşünmüştüm. Yanlış anlamayın günlerdir bir şeyler yemiyorum da.
Sir Warham’ın yanında çok az bir miktarda şilin vardı. Güzel bir ziyafet çektiremezdi bu yaşlı adama elindekilerle. Bu yüzden Arthur’un yaptığı yemekleri ve bir şişe nefis Fransız şarabını David’e verdi. Yaşlı adam teşekkürlerini sunduktan sonra yemekleri alıp şehrin dışına doğru uzaklaştı.
Bunun bir tuzak olabileceğini, yaşlı adamın Todd’a haber vermiş olabileceğini ve şu an hanın önünde kendisini bekleyen bir serseri ordusu olabileceğini pekâlâ düşünmüştü Sir Warham. Ne de olsa yıllardır bu gibi tuzaklarla boğuşmuştu. Fakat şu an oraya gitmekten başka bir çaresi de yoktu. Tüm yemeğini vermişti ve geri dönemezdi. Zaten Todd kendisinin Folkestone’da olduğu haberini almışsa ve tek olduğunu öğrenmişse illaki peşine düşecekti. Tek seçeneği vardı ve hanın önüne gitmeliydi. Tek umuduysa bunun bir tuzak olmamasıydı, bugün bu iş burada bitecekti, başka bir ihtimal yoktu.


Ağır adımlarla meydana ulaştı ve kilisenin yoluna saptı. İçinden bunun bir tuzak olmaması için dua ediyordu. Ama en kötü senaryoya da hazırlıklıydı. İşte Sir Warham’ın pusuya düşürülmeden önceki hikâyesi buydu…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder