16 Temmuz 2014 Çarşamba

Pardayan-Folkestone

I


İngiltere'nin güney sahil kentlerinden Folkestone, 1575 yılında bir şövalyenin müthiş macerasına tanıklık etti. 2 Ekim'de oldukça soğuk bir sonbahar gecesinde, bir grup serseri Kalkanhaç Hanı'nın önünde yaşlı bir şövalyeye saldırdılar. Kılıçlar havada uçuşuyor, kurt şövalye serserileri çevik kılıç hareketleriyle yere seriyordu. Lakin kavga ilerledikçe yaşlı şövalye yorgun düşmeye başlamıştı. Henüz ciddi bir yara almamıştı ama bu şekilde devam ederse hanın ahırının kapısında köşeye sıkışacaktı. Kılıç darbelerini ustaca savuşturmaya devam eden yaşlı şövalye bir yandan da fırsatını bulduğunda saldırıp bir iki mel'unu daha haklayıveriyordu. Nihayet hanın ahırının kapısına dayanmıştı. Son birkaç darbeyi daha savuşturup son bir atağa geçmeyi düşünüyordu bir yandan, kılıcının tadını serserilere iyice tattırmadan pes etmeye niyeti yoktu. Tam atağa geçecekti ki bir anda han ahırının kapısı açıldı ve geriye doğru düşüverdi. Kafasını küreğe çarpan yaşlı şövalye baygın bir vaziyette yeri boyladı...
Kızarmış tavuk kokularıyla tekrar uyandı yaşlı şövalye. Ahırında bayıldığı hanın üst kattaki odalarından birindeydi şimdi. Kendine gelmeye çalışıyordu, dün ahırın kapısı açılıp yere düştükten sonra nasıl hayatta kalabileceğini düşünüyordu. Hancının yanına indi. Şişman ve pembe suratlı hancıya:
- Beni buraya kim getirdi?
- Genç, Fransız bir monsenyör getirdi. Bir haftalık masraflara yetecek kadar da şilin bıraktı sizin için.
- Allah allah, kimmiş bu asilzade? Şimdi nerededir?
- Mösyö dö Pardayan efendim, bu sabah hanı terk etti.



II




-      Bundan daha iyisini şu an düşünemiyorum bile Arthur. Hoşça kal.
                                                                                    Sir Warham




Yaşlı şövalyemize o akşam neler olduğuna dönmeden önce 27 Eylül sabahına dönelim. İki gündür aç ve susuz yol alan yaşlı adam atının üstünde uyur vaziyette Ashford’a girdiği sabah birçok kişi onun sefil haline bakıp acımıştı. Hatta birkaç çocuk yanına gelip ufak bir matarada su bırakıp gitmişlerdi. İçler acısı bu haliyle yaşlı şövalye acınası bir dilenciden farksızdı. Lakin aslında atının cepleri şilin ile doluydu. Bir meyhanenin önünde atının durdurulmasıyla uyandı. Birkaç düşünceli delikanlı, yarası olduğunu ve bayıldığını düşündüğü için yardım etmek istemişlerdi yaşlı adama. İhtiyar şövalye sımsıcak bir gülümsemeyle bir sıkıntısı olmadığını anlatıp yoluna devam etti ve şehrin biraz dışında kalan eski püskü bir hanın önünde durdu. Hanın dökülmüş tavanının altında şöyle bir yazı vardı << Bedel ödenmeden kazanılan başarı ancak kötülere hastır. >>. Yaşlı adam bu yazıyı görünce yüzünü bir tebessüm sardı. Hemen altında da hanın ismi yer alıyordu << Demir Yumruk Hanı>>. Hanın önünde duran bıyıkları yeni terlemiş delikanlıya dönerek
-      Sen bu hanın çırağı mısın delikanlı?
-      Evet efendim. Adım Richard. Hanımızda konaklamak ister misiniz?
Şövalye kafasıyla evet işareti yaptı ve atından indi. Atı ahıra götürmek için gelen delikanlıya
-      Dikkat etsen iyi olur, o at VIII. Henry’nin üzerinden düştüğü hırçın atın soyundandır.
Bunun üzerine çırak korkuyla karışık içinden küfürler sayarak atı ahıra doğru götürdü. Yaşlı şövalyemiz << Amma da ödlek çıktın be Richard!>> diye düşündükten sonra delikanlıya birkaç şilin bırakıp odasına çekildi. Akşam yemeğine kadar da bir kez olsun odasından çıkmadı. Temizlenip serseri halinden kurtulduktan sonra akşam yemeğinde, iri kıyım kızarmış bir tavuğu mideye indirdi. Ardından, yanına gelen hancıdan VIII. Henry zamanında İngiltere’ye özel olarak getirtilen nadir Fransız şaraplarından istedi. Hancı bütün şaşkınlığıyla
-      Affedersiniz efendim ama benim hanımda VIII. Henry zamanında gelen özel Fransız şaraplarından olduğunu nasıl anladınız?
-      Laf! Bu da soru mu be ey asil hancı! O şarapları, sen daha burada babanın yanında ufacık çocukken, mahzenlere dizen delikanlı kimdi sanıyorsun!
Ne diyeceğini bilemeyen hancı olduğu yere mıhlanmış gibi kaldı. Yaşlı şövalyenin kahkahasıyla kendine anca gelebildi.
-      Beni fakir bir dilenci zannetmiştin ha Arthur! Haydi, artık getir de şu enfes şarapları beraber yuvarlayalım!
Şimşek gibi yerinden fırlayan hancı seçtiği en yıllanmış şaraplarla geri döndü ve yaşlı şövalyenin karşısına oturdu.
-      Olacak iş değil Sir Warham. Vallahi de sizi nasıl tanıyamadığıma kahroldum.
Yaşlı şövalye tüm alaycılığıyla
-      Carrigaline’de dört yıldır isyanların göbeğinde kaldıktan sonra vallahi ben de kendimi tanıyamazdım azizim.
-      Sizin hayatınız isyanları bastırmakla geçiyor azizim, önce Kent’te sonra da County Cork’ta…
-      Beyhude Arthur! Tamamen beyhude! İnsanların birbirleriyle refah içinde yaşamak istemiyorlar. Hep bir huzursuzluk, hep bir güç kaygısı, hep bir entrika…
Hancı daha fazla isyan, yıkım ve huzursuzluk konuşmak istemiyordu, içi yeterince kararmıştı. Konuyu değiştirerek:
-      Peki, sizi Ashford’a atan rüzgâr nedir azizim?
-      Aslında Folkestone’a gidiyorum Arthur. Fakat uzun süredir dinlenmemiştim ve eski bir dostu ziyaret etmek hoş olur diye düşündüm.
-      Ne güzel yapmışsınız. Merakımı mazur görün efendim ama Folkestone gibi şu an Fransızların akın ettiği bir sahil kasabasına neden yolculuk ediyorsunuz?
-      Sende de kedi merakı var be Arthur, dikkat et de başına iş açmasın.
Bunun üzerine hancı kıpkırmızı kesildi. Utancından yüzünü kaldırmaya cesaret edemedi. Kafasını kaldırıp baksaydı Sir Warham’ın bütün alaycılığıyla kendisine baktığını görecekti.
-      Amma da kızardın be Arthur. Anlatılmayacak bir hikâyem yok ya.
Bunun üzerine Sir Warham bir kahkaha daha patlattı. Rengi yerine gelen Arthur
-      Benim yıkık dökük hanıma sizin gibi saygıdeğer müşteriler gelmeyeli epey olmuştu. Nazikliğimi kaybedeli uzun bir süre olmuş anlaşılan
-      Olur mu öyle şey Arthur. Sadece mizah anlayışını kaybetmişsin.
Bunun üzerine Arthur’un da gülümsediğini fark eden Sir Warham ciddileşerek
-      Dedim ya sana anlatılmayacak hikâyem mi olur. 1568 yılında ailemle birlikte İrlanda’ya taşındım bir koloni kurmak amacıyla. Bir yıl sonra haziran ayında kendimize destekçi bulmak için Carrigaline’e geldik. Fakat o sırada artan isyanlar sırasında evimiz isyancılar tarafından ablukaya alındı ve ateşe verildi. Karım ve kuzenim yardım gelene kadar dayandılar. Bir yıl sonra denediğim planın anlamsızca olduğunu anladım ve 1570’de İngiltere’ye temelli döndüm. İki yıl boyunca Desmond Kontu tarafından Leeds kalesinde alıkonuldum. 1569’daki yangında büyük yaralar alan eşim 6 yıl boyunca acılar çekti ve bu sene vefat etti. Ben de evimizi yakan adi isyancıların geçen sene isyan tamamen bastırıldıktan sonra Folkestone’a kaçtıklarını öğrendim. İşte bu yüzden gidiyorum Folkestone’a Arthur. Belki de son kez kılıç çekmek için.
Arthur’un benzi atmıştı gene. Bu sefer bembeyaz kesilmişti.
-      Efendim keşke ben de bir şövalye olsaydım da sizinle birlikte haklasaydım o adi mel’unları.
-      Nefis tavuklarından ve bir iki Fransız şarabından bana yolluk yapabilirsen en az yanımda kılıç çekmiş kadar fayda sağlarsın bana Arthur!
-      O da bir şey mi efendim. Size öyle yemekler hazırlayacağım ki yedikten sonra önünüze Osmanlı yeniçerileri bile çıksa alt edecek gücü bulacaksınız!
-      O zaman çabuk tut elini Arthur çünkü bu gece yola çıkıyorum.
Arthur bir anda yemekleri hazırlamak amacıyla kayboluverdi ve mutfaktan nefis kokular yükselmeye başladı. Sir Warham odasına çıktı. Kılıcını ve hançerini bilemeye başladı. Bir yandan da yapacağı belki de son düelloyu düşünüyordu. Özenle her silahını temizledikten sonra kestirmeye koyuldu

Gecenin ilerleyen saatlerinde her şey hazırlandı. Sir Warham, Arthur ile vedalaşmak için hanın kapısında durdu. Richard’tan atını getirmesini istedi. At geldiğinde üzerindeki şilin yüklü torbaları kaldırıp Arthur’a verdi. Arthur ne olduğunu anlamayarak
-      Ne yapıyorsunuz efendim burada neredeyse tüm Ashford’u silahlandıracak kadar şilin var.
-      Benim geri dönüp dönmeyeceğim belli değil Arthur. Hem öldürülürsem bu paranın haydutların eline geçmesini de istemem. Şu noktadan sonra bu kadar şilini emanet edebileceğim bir kişi bile kalmadı. Bu parayı hanını tamir etmek için harca. Eğer hayatta kalırsam ve dönebilirsem o zaman sonrasını konuşuruz.
Arthur hem ağlamaklı hem de kendinden emin
-      Geri döneceksiniz efendim ve bu handa sizi tekrar ağırlayacağım. Hem de döndüğünüzde şimdiki gibi yıkık dökük de olmayacak!
-      Bundan daha iyisini şu an düşünemiyorum bile Arthur. Hoşça kal.
-      Hoşça kalın efendim.
III




-      Bu Fransızlar da amma sevdi Folkestone’u ha. Yakında burası için de savaş çıkartırlarsa şaşırmam!
                                                                        Sir Warham




Ashford’dan ayrıldıktan sonra yavaş yavaş Folkestone yoluna koyuldu Sir Warham. Acele etmiyordu, zira evini yakan ve karısının ölümüne sebebiyet veren mel’unların haberi yoktu kendisinin onları aradığından. Folkestone’a vardığında çabuk olmalıydı çünkü adi Todd onu gördüğü anda tanır ve bütün köpeklerini üstüne salardı. Bu yaşında bir grup serseriyle tek başına uğraşacak gücü yoktu. Dolayısıyla Todd’un son ana kadar kendisini fark etmemesi gerekiyordu, kalbine indireceği son darbeye kadar…
Nihayet 2 Ekim günü güneş doğarken Folkestone sahiline vardı. Oldukça açık, bulutsuz bir gündü. İngiltere için pek de alışılagelmiş bir sabah değildi. Bulutsuz bir günde Folkestone sahilinden Fransa kıyıları görülebilirdi. Hatta dikkatle bakan bir çift göz az çok Boulogne-sur Mer limanının silüetini seçebilirdi. Hatta sahilin kıyısında dimdik ayakta duran bir genç tam da bu tarafa doğru bakıyordu. Tabi bu kıyı şehirlerine daha önce gitmemiş olan Sir Warham’ın bunu kestiremedi. Uzaktan şöyle bir süzdü bu yabancı kılıklı delikanlıyı. Bir İngiliz gibi giyinmemişti, Kıyafetlerinden bir Fransız olduğunu tahmin etti. İnce ve keskin bıyıklarını da görünce tahmininin yerinde olduğunu anladı. << Bu Fransızlar da amma sevdi Folkestone’u ha. Yakında burası için de savaş çıkartırlarsa şaşırmam!>> Daha sonra yabancının sadece Fransız olduğu için hakkında kötü düşündüğü hatırlayıp kendinden utandı ve <<Bu saatte daha in cin top oynarken delikanlının başına serseriler üşüşmese bari. >> diye düşündü ardından. Fransız gencin yanına gidip buraların bu saatte çok da tekin yerler olmadığı söyleyip uyarmayı düşündü ama bunu yapmadı. Çünkü burada ne kadar süre kalırsa Todd tarafından görülme ve bunun akabinde onun çetesiyle tek başına uğraşmak riski vardı. Halbuki, O farklı düşünüyordu. Todd’un nerede kaldığını bulana kadar şehirde kalmayacaktı. Her gece buraya gelip keşif yapıp gündüzleri şehir dışında bir yerlerde uyuyacaktı. Hatta bu planı uygulamak için saatlerce kendine şehrin dışında, sabah ve öğlen vakti gölgesinde uyuyabileceği bir ağaç aradı. Ve tam Dover yolu üzerinde istediği ağacı da buldu. Atını da götürmeyecekti yanında çünkü tam kafasının üzerinde bembeyaz bir iz olan kahverengi atını da tanıma ihtimali vardı Todd’un. Tanınmamak için aklına gelen tüm önlemleri almıştı Sir Warham. Artık sadece geceleri varoş bir kılıkla şehre girip Todd’un nerede kaldığını öğrenmesi gerekiyordu, gerisi kolaydı…
Sahilden ayrılırken bu akşam işe koyulmasının iyi olabileceğini düşündü. Atını Dover yolu üzerindeki bir tepenin üstünde bulunan müthiş büyüklükteki meşe ağacının altına bıraktı. Sonbahar olduğu için yapraklarının çoğu dökülmüştü ama ağaç o kadar devasaydı ki dalları bile yeterince gölge yaratıyordu. Atını sıkı bağlamadı çünkü dönememe veya haydutlar tarafından atının alıkonulma ihtimaline karşı çok güçlü atının iplerden çabuk kurtularak kaçmasını istiyordu. Zaten atı o gelene kadar ip bağlamasa da beklerdi onu. Sir Warham’ın atlarla özel bir ilişkisi vardı. En asabi, en üzerine binilemez atlar bile Sir Warham karşısında durulurdu. Kesinlikle atlarla iletişim kurmasını çok iyi bilen bir adamdı Sir Warham. 1.Elizabeth’in isyanları bastırmakla görevli ordularında ustaca at binmesiyle nam salmıştı zaten. Hatta birçok general kendisinin Osmanlı akıncıları kadar usta bir at binicisi olduğunu söylemişti kendisine, hem de daha yirmili yaşlarındayken. Atını gayet hafifçe bağladıktan sonra Arthur’un kendisi için hazırladığı yemeklerden yemeye koyuldu. Günler geçmişti ve o yemekler ilk günkü lezzetiyle duruyordu. << Bu Arthur da yemek yapmayı babasından iyi öğrenmiş>> diye düşündü son lokmayı mideye indirirken. Biraz kestirmeye koyuldu sahilde gördüğü Fransız genci düşündü o vakitte ne arıyordu o kıyıda acaba…
Güneşin batmasına yakan yayan olarak yola koyuldu üstüne başını da bilerek biraz toz içinde bıraktı şehre girerken. Yine sahil tarafından girdi şehre bir bakımdan o Fransızı tekrar görmeyi umuyordu. Ve umduğunu buldu da sabahki dikildiği yerle tam olarak aynı yerde duruyordu gene. Sir Warham bu sahneyi görünce epey şaşırdı. Yine Fransa kıyılarına doğru bakıyordu yabancı ama bu sefer kıyılar gözükmüyordu çünkü hafiften sis çökmeye başlamıştı. Birkaç gün boyunca da bir daha görünmeyeceğine kanaat getirdi Sir Warham İngiltere’nin havası böyleydi çünkü. Güneşli ve açık bir güne uyanmak epey zordur. <<Herhalde evini özlemiş bir ana kuzusudur>> diyip güldü Sir Warham. Yine yabancı delikanlının yanına gitmedi. <<Bu tür gereksiz işlere harcayacak zamanım yok. Önce Todd’u halledeyim ondan sonra şu delikanlıyla bi sohbet ederiz artık>> diye düşündü. Şehrin içine girdiğinde güneş batmıştı. Yavaş yavaş meydana doğru geldi. Yolda rastladığı dilencilere Sarı saçlı fazlasıyla İrlandalıya benzeyen sıska bir adam tarif etti ama hiçbiri yardımcı olamadı Sir Warham’a. Tam bugünlük bu kadar yeter diye düşünmüştü ki bir handan yaka paça fırlatılan yaşlı bir adamı gördü. Dışarıdan dilenciye benzeyen bu adamın yanına gitti ve yine aynı soruyu sordu. Yaşlı adam Sir Warham’ı baştan aşağı bir süzdü ve bahsettiği tarifteki adama benzer birini görmediğini söyleyerek uzaklaştı. Oldukça kaba davranan adamdan sonra Sir Warham şansını daha fazla zorlamak istemedi ve sahile doğru tekrar yöneldi. Dilencilere soru sormayacaktı bir dahaki sefere, daha gizli dolaşmanın bir yolunu bulacaktı. Çünkü daha birkaç saati tamamlamadan şehirden ayrılıyordu ve bir sürü dilenciye Todd’un tarifini yapmıştı. Tesadüfen bir tanesi Todd’un adamı olsa bütün planı suya düşebilirdi. Biraz tedbirsiz davrandığını düşündü. Biraz sinirli biraz da düşünceli şekilde dönüyordu yolundan. Sahil kıyısında Fransız delikanlı yoktu şimdi. <<Nereye kaybolmuştu acaba, tekrar gelir miydi?>>. Daha birkaç saat önce sanki oradan hiç ayrılmayacakmış gibi dimdik duruyordu ama şimdi yoktu. Yavaş yavaş yoluna koyulmaya başladı. Bir yandan da << Allahtan hiçbir dilenci Todd’un adamlarından biri değilmiş yoksa şimdiye bir orduyla peşime düşerdi mel’un>> Tam bunları düşünüyordu ki şehrin içinden birinin ona doğru koşarak geldiğine gördü. Sesli bir şekilde
-      Hay kör şeytan bir kere de korktuğum başıma gelmeyiversin.
Eli hemen kılıcına gitti, her şeye hazır bir şekilde adamın ulaşmasını bekledi. Gelenlerden biri Todd’un adamı olabilirdi belki de emin olmak için bir adam daha gönderip kesin teyit ettirmek istemiş olabilirdi. Ama kaygıları nafileydi, en son soru sorduğu yaşlı dilenciydi bu gelen. Onun suratını seçince kılıcının kabzasını tutan eli gevşedi. Yine de tedbiri elden bırakmamıştı. Yaşlı adam kendinden beklenmeyecek bir çeviklikle koşmuş ve Sir Warham’ın yanına ulaşmıştı bile. Nefes nefese
-      Efendim sizin bahsettiğiniz adamı meydanın aşağısında kalan ufak kilisenin yanında gördüm ve takip ettim. Mavi kapılı Kalkan Haç hanının içine girerken gördüm ve hemen şehirde sizi aramaya başladım.
-      Bugün duyduğum en güzel haber bu. Çok teşekkür ederim. Adınız neydi?
-      David, efendim. Bu bilgi karşılığında aç karnımı doyurursunuz diye düşünmüştüm. Yanlış anlamayın günlerdir bir şeyler yemiyorum da.
Sir Warham’ın yanında çok az bir miktarda şilin vardı. Güzel bir ziyafet çektiremezdi bu yaşlı adama elindekilerle. Bu yüzden Arthur’un yaptığı yemekleri ve bir şişe nefis Fransız şarabını David’e verdi. Yaşlı adam teşekkürlerini sunduktan sonra yemekleri alıp şehrin dışına doğru uzaklaştı.
Bunun bir tuzak olabileceğini, yaşlı adamın Todd’a haber vermiş olabileceğini ve şu an hanın önünde kendisini bekleyen bir serseri ordusu olabileceğini pekâlâ düşünmüştü Sir Warham. Ne de olsa yıllardır bu gibi tuzaklarla boğuşmuştu. Fakat şu an oraya gitmekten başka bir çaresi de yoktu. Tüm yemeğini vermişti ve geri dönemezdi. Zaten Todd kendisinin Folkestone’da olduğu haberini almışsa ve tek olduğunu öğrenmişse illaki peşine düşecekti. Tek seçeneği vardı ve hanın önüne gitmeliydi. Tek umuduysa bunun bir tuzak olmamasıydı, bugün bu iş burada bitecekti, başka bir ihtimal yoktu.


Ağır adımlarla meydana ulaştı ve kilisenin yoluna saptı. İçinden bunun bir tuzak olmaması için dua ediyordu. Ama en kötü senaryoya da hazırlıklıydı. İşte Sir Warham’ın pusuya düşürülmeden önceki hikâyesi buydu…

5 Temmuz 2014 Cumartesi

1590 yılı 15 Şubat sabahı...







We few, we happy few, we band of brothers; 
For he to-day that sheds his blood with me

Shall be my brother
 Shakespeare






1590 yılı 15 Şubat sabahı , Salzburg Başpiskoposluğunun en zengin kenti Freisach'ta, arkasına uçsuz Avusturya çamlarını alan Grabenring hanında uyandı Pardayyan. Soğuk bir gece geçirmişti. Alpleri geride bırakmasına rağmen üşüyordu. Odun ateşinde kızarmış bol yağlı bir tavuk iyi gelir diye düşündü ve hancının yemekle uğraştığı mutfağa indi. Hancının ayı gibi şişmiş suratını görünce:

- Tavukların iyi yumurtlamış bu sene azizim, dedi.

Hancı bu dokundurmayı dikkate almıyarak işine devam etti. Yemekleri, Pardayyan'ın koca bir iştahla oturduğu masaya koyduktan sonra ayakta durarak Pardayyan'ın kızarmış tavuk ve peynirleri löpür löpür götürüşünü seyir etti. Sonunda dayanamıyarak sordu:

- Monsenyör yemeklerin ücretini ne zaman ödemeyi düşünüyorlar ?

- Ah mösyö, siz asil bir şövalyeden para istemenin ne kadar büyük bir saygısızlık olduğunu bilmiyor musunuz ?

- Eğer şövalye bu gece kilise çanı çalana kadar 150 frizatik getirmezlerse kale muhafızlarını çağıracağım.

- Kale muhafızlarının icabına bakmak şövalye dö Pardayyan için kızarmış tavukları mideye indirmekten daha zor değildir.

- Ben de bütün komşuları uyandırırım.

- Bu beni alakadar etmez.

- Ne demek istiyorsunuz?

- Birazdan yola koyulacağım, buralarda kış sert, geceye kalırsam donarım, bunu sizin gibi asil bir hancı istemez. Çıkmadan önce o güzel tavuklarınızdan bohça yaparsanız şerefinize şeref katmış olursunuz.

Bu son laftan sonra hancı küplere bindi. Yumruklarını sıktı ve kulaklarına kadar kızardı. Pardayyan durumun ciddileştiğini görünce masadan kalkıp kapıya atıldı. Ahıra doğru yürüdü, atına atlamadan önce cebinden şıkırdayan bir kese çıkardı ve yere bıraktı. Atına atladı, yola koyuldu.

Freisach, ilginç bir kentti. Aslanyürekli Rişar 1192 yılında kente konuk olmuştu. Hancının da bahsettiği para birimi frizatik adını buradan alıyordu. Pardayyan kentin su kaplı hendeklerinden dışarı çıkarken Paris'i ve kısa süre önce vefat eden karısı ve köpeği Pipo'yu düşünüyordu.

 Surlar görülmeyecek kadar uzaklaştığında güneşi iyice bulutlar kaplamıştı. Hava kemikleri sızlatacak kadar soğumuştu. Kar ve çamurla kaplı yolda atının zorlandığını fark etti. Nereye gittiğini çoktan kaybetmişti, atının bir sonraki kente dayanması için dua ediyordu.

Yoğun kar yağışının içinde, yalnız başına sürükleniyordu şövalye.  Şövalyelik sanki Fransadan çıkarken bitmişti, avarelik başlamıştı. Düşüncelerin arasında yüzerken ufukta, beyaz örtünün ardında karartılar belirdi. Pardayyan, yeni bir kente yaklaştığını anladı ve mırıldandı:

- Bu seferki hancıya frizatikimiz de kalmadı. Frizatik... Ne garip bir kelime !



I




"-Neden gitme kararını verdiniz?

- Bir sürü sebep var. Bir defa, içinde dövüşmek, harp etmek arzusu yanıyor. Pariste kalmaktan pek sıkıldım. Biraz dolaşmak istiyorum."
- Zevaco


Pardayyan, Völkermarkt adlı köyde çok oyalanmadı. Köylüler yemek ikram ettiler. Atına da küçük bir ziyafet çektirdikten sonra sabaha doğru yola koyuldu. Yol boyu gördüğü dereleri, köyleri ve hayvanları sayıyordu. Aklını meşgul edecek bişe olsun yeter ki. Uğradığı köylerden öğrendiği Trebnje kasabasına yaklaşıyordu. Avarelik artık işi olmuştu.

Şövalye kasabaya girerken enteresan bir manzarayla karşılaştı. Yirmili yaşlarında iki genç kıyasıya güreş tutuyolardı. Şövalye atıyla yaklaşarak:

- Vay canına! Düellonun böylesini de ilk defa görüyorum, dedi.
Gençlerden biri yüzünü çevirip:

- Bu güreşi Türklerden öğrendik Mösyö ama bir Fransızın burada ne işi var?

- Hiç... Atım buranın meyveleri güzel olur dedi ama maşallah karla kaplı her yer. Buralarda ziyafet çekebileceğimiz  bir lokanta var mıdır ?

Gençler bir ağızdan:

- Gerçekten leziz bir yemek için Zagreb'e gitmeniz gerekiyor Mösyö. Hanları da daha lükstür buralara göre.

- Desenize işimiz var diye, nereye gitsek bir sonraki yeri öneriyor sizin millet.

Gençlerin gözlerindeki ışıltıya son bir kez bakıp:

- Peki, bu güreşi bir gün yapmak isterim. Şimdilik adieu!
Gerçek bir şövalye görmenin şokunu atlatamayan gençler atın koşuşunu hayranlıkla izleyedurdular.





*    *    *    *    * 




Şövalye, Hırvatların yoğun yaşadığı Zagreb'e ulaştığında tahmin ettiğinden de büyük bir şehir buldu.  Şehrin en ünlü hanını bir çiçekçiye sorarak öğrendi. Kale Kapısı adlı bu han şehrin merkezindeydi. İçerden gelen seslerden hanın çok yoğun olduğunu anladı Pardayyan. Hana girdi, boş masa bulamadı. Hancıya yorgun ve sıkılmış bir şekilde:

- Ey asil hancı, şu yorgun şövalyeye bir oda verecek kadar iyi yürekli misin?

Siyah saçlı kısa boylu hancı:

- Altını varsa neden olmasın ?

Pardayyan: << Ben de köylüler kadar iyiliksever olacağını düşünerek saflık etmişim, baksana şu açgözlü sefile >> diye mırıldandı.

- Altınınız var mı monsenyör, yoksa bekleyen müşterilerim var.

- Ya! Ben de müşteriniz değil miyim?

- Paranız varsa evet, dedi hancı pis bir bakışla.

Pardayyan hancının konuşarak ikna olmayacak kadar dikburunlu olduğunu anlayınca sesini yükselterek öbür yönteme başvurdu:

- Peki sizi bu kadar kişinin önünde bir güzel pataklasam? Sizin gibi bir asil bey şerefine leke sürdürmemeli.

Hancı mırıldandı:

- Şu yüzsüz şeytana bak be!

Tam o anda arka masalardan esrarlı bir ses konuştu:

- Bana eklersin şövalyenin masraflarını, misafiri ayakta bekletmek olmaz.

Pardayyan sesin geldiği yöne doğru yürüdü, bıyıklı ve uzun boylu bir adamdan geldiğini anladı sesin. Adam öylesine esrarlı duruyordu ki bir anlıkta olsa babasını karşısında sandı. Masaya oturdu. Bu iyiliğe ne cevap verceğini düşünen Pardayyan'a fırsat vermeden konuştu esrarlı adam:

- Geri ödersiniz sonra, buralarda yabancılara iyi bakılmaz, ben de bir yabancıyım. Sizi öyle görmeye dayanamadım, simanız çok tanıdık geldi, isminizi öğrenebilir miyim ?

Böyle bir tevazüyü babasından başka kimsede görmeyen şövalye şaşırarak:

- Adım şövalye dö Pardayyan, uzaklardan geliyorum. İyiliğiniz karşılıksız kalmıyacaktır! Ne zaman isterseniz emrinizdeyim!

- Lütfen bana Hanri diyiniz. Paris aksanıyla konuşuyorsunuz, doğru mu?

- Doğru bildiniz Mösyö! Babamın da adı Hanri'ydi.

Bu sırada masalarına yığınla yemekler gelmeye başladı. Pardayyan ne olup bittiğini anlamadan Hanri yemeye başlamıştı bile. Peyniri keserken:

- Şövalye neyi bekliyorlar, buyrun yemeklere. Midemize inmeyi bekliyor hepsi.

- Off! Bu kadar sıcacık yemek kaç gündür yiyemiyorum, bu iyiliğiniz karşısında utanıyorum.

Esrarlı bir kişilikten babacana dönüşen Hanri:

- Bunları daha sonraya bırakalım, şimdilik mideler dolsun!

Uzun bir yemek ve lakırdıdan sonra odalarına çekildiler.Pardayyan hala şaşırıyordu Hanri'nin babasına olan benzerliğine. Çok fazla düşünmeden hancının özenle yaptığı sıcacık yatağında deliksiz bir uyku çekmeye koyuldu. 




Pardayyan sabah alt kattan gelen gürültüyle uyandı. << Vay canına! Kaç saat uyumuşum!>> diye mırıldanarak seslere kulak verdi. Aşağıya inince gördüğü manzara yirmi yıllık şövalye olan kendisi için bile muhteşemdi:

Hanri, karşısına üç çirkin yüzlü genci almış kılıç çarpıştırıyordu. Böylesine cesareti babasından başka kimsede görmemişti Pardayyan. Merdivenlerden atladı ve hemen kılıcını çekti:

- Savulun!

Hanri şaşkın bir şekilde yüzünü çevirdi:

- Ooo! Aziz dostum da gelmiş, desenize bize eğlence çıktı!

- Neler olduğunu sonra anlatırsınız Mösyö, şimdi şunlara günlerini gösterelim!

Hanri bir külçe gibi üzerlerine atladı. Bu çarpışmayla birisi yere devrildi. Pardayyan daha temkinli davranıp hızlı kılıç hareketleri yapmaya başladı. Gencin kılıçı kısa süren bir tokuşma sonrası kırıldı:

- İmdat! Yardım et Boris!

- Vay gözünü sevdiğim! Bu adamlar Herkül gibi savaşıyolar!
Hanri Pardayyan'a dönerek:

- Bak şimdi!

Boris'i elleriyle havaya kaldırıp tabakların olduğu köşeye tüm gücüyle fırlattı. Boris çarptığı gibi yere serildi. Pardayyan gördüğü manzara karşısında şaşkın:

- Siz gerçekten de Herkül kadar güçlüsünüz Mösyö! 

- Monsenyör, sizin de çevikliğiniz göz alıcı.

Bütün bunları arkadan izleyen hancı sonunda Hanri'ye bağırdı:

- Mekanımı yerle bir ettiniz, mahvoldum ben!

- Merak etmeyin, bütün bunları karşılayacağım, bu mel'un heriflere gelince, bunlar bir daha buralara gelip hırsızlığa kalkışamazlar.

Hanri kılıcını havaya kaldırıp, kılıcıyla konuşur gibi:

- Maşallah! Bir kere daha kazandın! Şövalye, isterseniz buradan ayrılalım bu zavallılar başka adam yollamadan.
Hanri hancıya ödemesini yaptı. Böylelikle yola koyuldular. 



II




"Fransuva dö Monmoransi kırk yaşlarında kadar görünüyordu. Yalnız saçları bembeyazdı. Yüzünde acı bir ifade okunuyordu.İnsanın ruhunu okuyan bir göz, Mareşalin çok derin bir yeis içinde bulunduğunu anlıyabilirdi.Kendisi uzun bir seyahatten döndükten sonra evini yanmış ve bütün ailesi fertlerini kaybetmiş bir insan benziyordu."
-Zevaco



At üzerinde Zagreb sokaklarını geziyorlardı. Pardayyan sessizliği bozarak:

- Affınıza sığınarak Monsenyör, handa neden apaçık sizi katletmeye gelmiş haydutlara hırsız dediniz?

Hanri'nin gözleri orta yaşlarına girecek olan Pardayyan'ı süzdü. Kısa bir süre bekledi ve içten bir şekilde:

- Ah dostum! Bir bilseniz neler yaşadım, hak verirdiniz. En iyisi meseleyi en başında anlatayım sizi boğmayacaksa?

- Ne demek Mösyö, memnuniyetle dinlemeye hazırım.

Hanri, olabildiğince içten ve hüzünlü bir edayla:

- Fransa'nın güneyinde Monpelye şehri vardır, ben orada doğup büyüdüm. Babamın denize yakın konağı vardı. Hayatım denizle iç içe geçti. Büyük bir kaptan olup denizlere ölüm yağdırmak istiyordum. Büyüyünce tabi bu düşünceler geçti. Evlendim, çocuklarım ve mutlu bir hayatım vardı. Bunlar şimdi o kadar uzak gözüküyor ki azizim! Monpelye Hügnoların şehridir Mösyö. Karım ise bir katolikti. Aramızda sorun olmamasına rağmen dışarda kötü bakanlar vardı. Bir gün Paris'e yolculuğa çıktık karımla. Paris'te Hügnoların toplantısına biz de katılmıştık. Orada yüzüne bakmanın bile insanı ürperttiği biriyle tanıştık. Adam kendini Baron dö Loupian olarak tanıttı. Monpelye'ye bu kadar yakın bir yerin baronu olması şüphe uyandırmıştı ama dikkat etmemişim. Bu şeytan ruhlu adam karıma aşık oldu ve peşini bir türlü bırakmadı. Kendisi de katolikti. Hatta Dominiken olması daha muhtemel. Malum Sen Bartelmi günü sokaklar kan içinde kaldığında biz de ne yapacağımız şaşırmıştık. Paris'ten bir an evvel çıkmamız lazımdı. Vinsen kapısına çok yaklaşmıştık. O anda iki İsviçre muhafızıyla birlikte Baron tam karşımızda belirdi. Karım çok korkmuştu, kendini öne atıp bir şeyler demek istiyordu. Baron kılıcını çekip karnını deşti, muhafızlar beni yakalamadan kaçabildim ve Fransa'yı terk ettim. Çocuklarım Monpelyede kaldı. Buraya geldiğimden beri de Baron'un gizli güçleri beni takip ediyor, bugünkü olay da Mösyö, Baron'un üç saf genci kandırıp üzerime salmasından başka bir şey değildi!
Sözlerini bitirirken iki savaşçının da gözlerinden yaşlar süzülüyordu.

- Allah kahretsin! Bu duyduklarım gerçekse en az benim kadar acı çekmişsiniz kuzum. Siz gerçekten de büyük insanmışsınız. Bu Baron denen alçak şimdi buralardaysa hemen gidip kellesini yere serelim!

- Hemen coşmayın dostum, Baron gördüğüm en kurnaz insandıri buralarda kalacak kadar saf değildir.

- Bana eskiden tanıdığım Damville adında birini hatırlatıyor. Hayat ne tuhaf!

Bu sırada Zagreb'in şimdilerde Ban Jelačić olarak anılacak olan meydanına doğru inmişlerdi. Meydan insan kaynıyordu. O gün meydanda önemli bir olay olacaktı. Pardayyan gördükleri karşısında afallamıştı. Ortada odundan bir direk ve insanlar vardı. Hanri'ye doğru dönerek:

- Şuradaki basamaklarda oturup dinlenelim Monsenyör.
- Nasıl isterseniz kuzum, bu kadar insan neye toplanmış onu da öğrenmiş oluruz.

Bu sırada insan yığınının arasından yüksek rütbeli bir gölge geçti ve az önce kurulmuş tahtaya çıktı. Etrafındakileri kısaca gözleyerek rahatsız edici tonuyla konuşmasına başladı:

- Bugün burada bulunan iyi Hıristiyanlar bilsinler ki az sonra burada yakılacak olan Barbar sizin evleriniz ve karılarınızdan başka arzusu olmayan vahşi bir Türktür. Kutlu enkizisyon mukaddes dinimize girmemekte inat eden barbarları bu mihrapta yakarak cezalandıracaktır.
Bu sözlerin ardından halk galeyana geldi. Küfürler havada uçuştu, lanet yağmaya başladı mahkuma. Mahkum sesini çıkarmadan o sıcak ölümü bekliyordu.

Bunları gören Pardayyan dayanamayıp:

- Bu güzel gök altında insanlar, insanca yaşasalar ve yabani hayvanlar gibi birbirlerini yemeseler ne iyi olurdu...
Şövalye'nin sözleri kalbine bıçak gibi giren Hanri:

- Ah mösyo! Ne kadar haklısınız! Bu enkizisyon belası insanları yok yere katlediyor. Burada daha fazla durmayalım azizim, bu vahşete yaşlı kalbim dayanamayacak, gidelim burdan.

Tekrar atlarına atlayıp yola koyuldular. Arkalarından ateşin insan bedenine yaptığı eziyetin sesleri yankılanıyordu. 
Gece çökünce Pardayyan söylendi:

- Bu Baron denen haydutu bulmadan içim rahat edemiycek Mösyö! Ne yapıp edip bunun karnını deşmeli! Bu gece uyuyalım ama yarın olunca bu pisliğin peşine düşelim yoksa ben rahat uyuyamam!..

- Bu kadar ısrar ediyorsanız bu işi benim bildiğim şekilde yaparız, planı bütün teferruatıyla size anlatırım yolda.
Hanri planları anlatırken gece boyu Zagreb'in sokaklarını dolaştılar, sakin bir han bulup yemeğe oturdular. Dışarısı zifiri karanlık, içerde Pardayyan, Hanri ve Igor adındaki hancı ve karısı kalmıştı. Gecenin getireceği beladan haberleri olmadan yiyip içtiler...




III




"İhtiyar Pardayyan sordu:
-Yağ ısındı mı, Kato?..
- Kaynıyor.
-İyi... Getir bakalım, şu bayların susuzluklarını giderelim..."
-Zevaco




İki şövalye odalarına geçtiler. Pardayyan'ın aklına bugün gördüğü işkence ve bunu onaylatan yüksek rütbeli figür geldi. O adam kimdi? Enkizisyonun buralara kadar nasıl getirmişti ? Bu soruları bir de Hanri'ye sormayı deneyecekti. Hanri de odasında yaptıkları planı tekrar düşünüyordu. Eğer muvaffak olmak istiyorlarsa kusursuz bir plan olmalıydı çünkü Baron'u ne otuz yıllık kılıç ustası olan kendisi ne de cesur Pardayyan ele geçirebilirdi. Odasının kapısı çalındı. Kapıyı açtı ve şövalye karşısındaydı:

- Kusura bakmayın aziz dostum ama bugün idam emrini veren adamın kim olduğunu soracaktım size.

Hanri tam cevap verecekken hanın kapısında sesler işitildi. At nalları ve bir düzine adım kapının hemen dışındaydı sanki. Pardayyan ve Hanri birbirlerine baktılar. Hancı yarı çıplak koşa koşa kapıya ulaştı tam kilidini açacakken durdu. Kapıyı dinledi. Dışardan gelen bağırtı çok yakınlaşmış ve açıkça duyulur hale gelmişti:

- Hanri dö Pien! Majesteleri Kutsal Roma İmparatoru II. Rudolf ve Enkizitor Pedro dö Portocarrero adına kapıyı derhal açın ve teslim olun!

Bu sözler Pardayyan ve Hanri'yi titretmeye yetti. Dışarda kim bilir kaç düzine misket tüfekli asker vardı. Pardayyan hemen kurnaz zekasını çalıştırdı. Hancının elindeki mumu görünce şeytani bir plan kurdu. Hancıya dışardakileri bir kaç dakika daha oyalamasını bu sırada kilerdeki bal mumu ve fıçıları göstermesini istedi. Hancı ne yapacağını şaşırdı, dışarıda imparator adına gelmiş askerler, kapıyı açsa kaçakları barındırmaktan suçlu açmasa yine suçlu. En sonunda heyecanla:

- Hay ben sizin! Bu şerefsizlere gününü göstermek için başka şansım olmayabilir. Bunlar sizi tevkif etmeğe gelmişler. Sizinleyim Monsenyörler, kapıyı oyalayacağım. Kilere inin ve peynirlerin arkasında bal mumu bulacaksınız, boş fıçılar da bulursunuz orada. Lütfen çabuk olun beyler!
Pardayyan yüzüne gelen tebessümle birlikte:

- Vay canına Mösyö! Sizin gibi asil bir hancıya ne zamandır rastlamıyorum!

Kilere indiler, peynirlerin arkasına gidip balmumlarını buldular. Üç tane boş fıçıyı bal mumuyla doldurdular. Hanri'nin tabancasındaki barutu da içlerine doldurdular. Böylece Pardayyan'ın şeytan kurnazlığıyla hayal ettiği bombalar gerçek oldu. Bu sırada dışardan sesler iyice artmıştı:

- Son kez söylüyorum Mösyö! İçeri girdiğimizde gebermeye hazır olun!

Pardayyanla Hanri fıçıları çabucak yukarı taşıdılar. Pardayyan bir fıçıyı yanına alıp hanın çatısına çıktı. Hanri de iki fıçının birini kapının yanına diğerini de camdan dışarı fırlatmaya hazır bekliyordu. Hancı derin bir iç geçirerek mırıldandı:

- Ah hanım güzel hanım! Bombalanmayı da görecek miydin!

Hancı ve karısı Pardayyanla birlikte çatıya çıktılar. Pardayyan aşağıdan işaretin gelmesini sabırsızlıkla bekliyordu. <<- Bu alçak soysuzları patlatmak bugüne kadar yaptığım en keyifli iş olacak! >> diye düşündü.

Tam o anda kapı büyük bir gümbürtüyle yere serildi. Hanri fıçıyı camdan dışarı atıp çatıya doğru kaçtı. İçeri dalan bir düzine asker neler olduğunun farkına varamadı. Kumandanları hayretle:

- Yukarıya kaçtı haydut! Yakalayın ! Gebertin!

Silahlar patladı, kurşunlar serseri serseri uçuştu. Arkebüz tüfekleri oraya buraya nişan alıyordu.
Pardayyan işareti alınca elindeki fıçıyı yaktı ve aşağıdaki asker birliğinin kafalarına doğru gönderdi. Bombadan habersiz askerler ne olduğunu anlamadılar. Birileri içlerinden feryat etti:

- Yanıyor! Kaçın! 

Kurnazca hazırlanmış balmumu bombası Zagreb'in tarihinde çok duymadığı bir sesle , alev saçarak patladı ve diğer iki fıçıyı da birden patlattı. Bu sırada bizim ekip diğer çatılara atlıya atlıya kaçmaya muvaffak olmuşlardı. Hanın içindeki ve sokaktaki görüntü görülmeye değerdi. Kanlar, kol, kafa, gövde parçaları dört bir tarafa uçuyordu, yuvarlanıyordu. Duvarlar kırmızıya boyanmış, bütün komşular uyanmıştı. Sokak adeta kızıl bir maskeyle kapanmıştı. Komutanın bedeni yüz parçaya bölünmüştü. Pardayyan geriye dönüp baktığında:

- O anı görmek isterdim, dedi ve kahkahayı bastı.

Hanri, enkizisyon güçlerine verdikleri zararın çok da bir önem ifade etmediğini biliyordu ama şövalyenin keyfini kaçırmak istemedi. Hancıya dönüp samimi bir şekilde:

- Ey asil hancı, bugün yaptığın iyiliği tarih belki yazıyacak ama biz unutmıyacağız, en önemlisi Tanrı görüyor!

- Demek öyle! Tanrı bundan sonra neyle geçinceğimi de görüyor mu, dedi alaycı bir tavırla. İçinden küfürleri patlattı.

- Hay mel'un! Söz olsun, Baron'u deştiğimiz gibi servetini sana bahşedeceğiz.

Pardayyan lafa girdi:

- Tabi! Bizim gibi şövalyelerin parayla işi olmaz, sen içini rahat tut asil hancı!

Zagreb'in surlarını geride bıraktıklarında Pardayyan bir kez daha kahkahayı bastı. Hancının haline gülüyordu. Landri Kokenar'ı hatırladı. O da aynısını yaşamıştı. Gece yarısı hancı ve karısı yanlarına geldiler:

- Atımız olmadan çok bir yere gidemeyeceğiz şövalye, köyümüz burdan uzakta doğuya doğru kaldı.

Hancının sesindeki acındırmayı hisseden Pardayyan:

- İyi ya! Bu zaferin üzerine dans ede ede yolculuk edersiniz!

Hanri Pardayyan'ın alaycılığına kulak asmadı ve hancıya kalan bir miktar parasını da verdi. Hancı minnettar oldu, şövalyeyi ve Hanri'yi son kez selamlayıp karısıyla yola koyuldu. 
Pardayyan hancının gidişinden sonra Hanri'ye bakıp:

- Şanımıza şan, şerefimize şeref katıyoruz! Lakin bunlar bir kaçağın işine yaramaz! Planınızı yarın uygulamaya koyarız şimdilik bize mışıl mışıl uyumak düşer!..




"-Büyük Pardayyan alev alev yanan Marto meyhanesini ihtiyar kadına gösterdi:
-Meyhane kül oldu. Şimdi sen ne yapacaksın?
-Hiç... Ben de mahvoldum.
- Doğru, sen şöyle önlüğünü uzat bakayım.
Kato, önlüğünün uçlarını tutarak kaldırdı. Pardayyan da kesesinin kemerini çözerek içindeki bütün altınları içine boşalttı."
-Zevaco





IV







Ben bir kontum, aziz değilim...
-Alexandre Dumas, Monte Kristo Kontu




Bir sonraki gece, ölümlü ruhların uyukladığı vakitlerde Zagreb'in zengin konaklarından birine dönelim. Bu konak üç asırdır Zagreb'e uğrayan asilzadeleri konuk ediyordu. İçi en lüks eşyalarla döşenmiş, yemekleri kralları hayrete düşürecek çeşitte yapılırdı. Öyle ki, Roma İmparatoru II.Rudolf bu konağa uğrayıp sahibesine iki yüz altın bırakmıştı. İşte böyle bir konağın üst katındaki geniş odada yüzünde yara izleri olan yaşlı bir gölge kendisine gelecek olan havadisleri beklemekteydi. Aklından bin bir türlü düşünce geçiyordu. Oturduğu masadan kalktı ve kapıya yöneldi. Kapıyı açmağa şansı olmadan kısık bir ses geldi dışarıdan:

- İçeri girebilir miyim efendimiz?

Yaşlı adam kapıyı yavaşça açtı, içeri giren hizmetçisine sert bir sual sordu:

- Bu vakitte düşüncelerimi ne cürretle bölüyorsun zavallı ?

- Aman efendim! Düşüncelerinizi bölme gibi bir niyetim olamaz! Size çok önemli bir havadis getirdim.

- Ee? Neymiş bakalım?

- Doğrusu, havadisin kendisi şu an konağın dış kapısında bekliyor! Tam istediğiniz gibi, aç, sefil ve hırslı!

Yaşlı adam hiddetlenerek:

- Bazen aklından şüphe ediyorum Garavel, derhal kendisini doyurun ve kalıcak yer verin! Gerisine yarın bakarız...

- Emredersiniz efendim...

- Yine ne var ulan! 

Garavel tir tir titreyerek:

- Efendimiz, sahibe yeni birinin daha kaldığını öğrenirse bizden para ister, bu durumda efendimizden altın istemek durumundayım.

Yaşlı adam << Bu ne sefil bir mahlukat! >> diye mırıldanarak masasında parıl parıl parlayan altın kesesine ulaştı. İçinden kafasına göre bir miktar altın çıkardı. Garavel'in düzenbaz bakışlarına aldanmadan ayaklarının önüne fırlattı hepsini. Garavel istemeden de olsa bir << Off! >> çekti.

- Bir şey mi dedin zavallı?

- Yok efendim! Bu cömertliğiniz karşısında minnettarım.

Daha fazla kıvırmadan odadan çıktı Garavel. Yaşlı adam tekrar yalnız başınaydı. Derin düşünceler dönüyordu zihninde. 
Garavel konağın kapısına ulaşıp açlıktan ölmek üzre olan zavallı genci içeriye buyur etti. Bunları yaparken öylesine hoşlanıyordu ki, hayır işlediğini sanıp kendisine Cennetten en güzel yerleri beğeniyordu. Meyus bakışlarıyla gence sualler sormaya başladı. Genç her birini cevapladı. Bu saatte yemek pişmediğinden ötürü akşamdan arta kalanları gencin önüne getirdi. Genç büyük bir iştahla götürmeğe başladı yemekleri. Garavel ömründe böyle büyük bir iştah görmemişti!

Garavel gencin odasını hazırladıktan sonra uyumasını tembihledi. Kendisi de ahırdaki yerine geçip atların yanında mışıl mışıl uyumaya koyuldu.
Sabah olunca yaşlı adam erkenden uyanmış kahvaltı etmeğe koyulmuştu. Konağın aşçısı adamın ne kadar önemli biri olduğunun farkındaydı. Önüne  üç çeşit şarap, beş farklı peynir , bir bütün tavuk ve envai çeşit meyve getirmişti. Yaşlı adam gencin mermer merdivenlerden inişini görünce içten bir sesle:

- Buyursunlar efendim! Buyrun yemeğe oğlum, bütün Balkanlarda aşçımız Klara'dan nefis yemekler yapan birini bulamazsın!

Bu iyilik gösterisi karşısında afallayan genç:

- Yemeğe oturmadan önce beni konağınıza buyur etmeniz için size bir hayat borçluyum Mösyö! Er ya da geç borcumu ödeyeceğim!
Yaşlı adam << Oh, ne kadar cesur>> diye mırıldandı.

- Buyrun peynirlere genç dostum, buranın inekleri bir başka olur!

Genç ile yaşlı adam tanıştılar. Yemekler on dakikadan kısa bir süre içinde tükenmeye başlamıştı ki aşçı hepsini yeniledi. 
Genç midesini doyurduktan sonra nefes nefese:

- Yemekler fevkalâdeydi, dedi.

Yaşlı adam genci bir baba gibi süzerek:

- Genç dostum, işsiz ve evsizsiniz anladığım kadariyle, benim sizin gibi gençlerden oluşan bir birliğim var. Bu birliğe sizi de dahil etmek benim için büyük bir şeref olacaktır!

Sözler karşısında şaşıran genç minnettar bir edayla:

- Aziz Mösyö! Bu yaptıklarınızı bir baba oğluna yapmaz. Benimle bu kadar ilgilenmenizin sebebi nedir bilemiyorum. Birliğinize katılacağım, çok iyi duellö tutarım. Affınıza sığınarak Mösyö, belirli bir hedefimiz var mı?

- Aman dostum, olmaz mı! Birliğimin kullandığı silah ve ekipmanları Garavel size gösterecektir, hedefe gelirsek, bunu size anlatırsam gözünüzde küçük düşmekten korkarım!

- Ne demek üstadım, bundan sonra her emrinizi yerine getirceğime and içerim!

Son tavuk parçasını da mideye indiren yaşlı adam masadan kalktı ve gence bir el işaretiyle dışarıya doğru gideceklerini belirtti. Konaktan çıkıp birliğin kamp yaptığı talim alanına doğru ilerlemeğe başladılar. Yol çok uzun değildi, atlara lüzum kalmıyordu. Yol boyu yaşlı adam hikayesini anlatmağa başladı:

- Gözünüzde küçük düşmekten korkma derken kastettiğim şey dostum, yaşlı bir sefile karşı koca bir birlik kurmuş olmam. Bu sefil öyle bir alçaktır. Kendisi sevdiğim kadını şeytani hilelerle benden çalmış ve öldürmüştür. Gözüm kör olsun ki bu anlattıklarım doğrudur.

Hikayeyi bütün dikkatiyle dinleyen genç dayanamayıp sordu:

- Azizim, bu bir şeref meselesiyse neden düelloya davet etmiyorsunuz bu aşağılık herifi?

Sual karşısında içinden gülen yaşlı adam tecrübesiz gence dönüp:

- Kendisi kaçmaktadır, bir fare gibi kovalamaktayım kendisini. Fransa'dan buralara gelmemin sebebi de budur. Siz canınızı sıkmayınız, elbet icabına bakacağız.

Bu sırada talim alanına gelmişlerdi. İçerden kılıç çakışmalarının, tabanca talimlerinin sesleri geliyordu. Yaşlı adamın kurduğu bu birlik gerçekten de bir ölüm müfrezesiydi. Yaşlı adam içeri girerken talim halinde olan gençler anında selama durdular. Yaşlı adam gösterilen saygıyı çok dikkate almayarak:

- Rahat! Talime devam ediniz, dedi.

- Genç dostum, şu gördüğünüz uzun saçlı Mösyö, benim en yetenekli silahşörüm Menvil'dir, kendisi yıllardır gençleri eğitmektedir. Yanına gidip kendinizi tanıtınız.

- Peki Monsenyör!

Gencin eğitimi çok uzun sürmedi. Gerçekten de yetenekli ve cesur bir gençti. Kısa sürede birliğin en önde gelen silahşörü oldu. İki hafta sonra yine bir gün birlik toplanmışken yaşlı adam genci yanına çağırdı. Çadırın içine girdi genç ve yaşlı adamı masada oturmuş olarak gördü. Genç içeri girince yaşlı adam ayağa kalktı ve ciddi bir tavırla:

- Hazırlanın azizim, bu gece ava çıkacağız!

- Hay hay üstadım! Fakat nereye?

- Nereye olursa, kaçak şehirden çok uzakta olamaz, parası ve atı yok.

- Peki Mösyö, bu kadar zaman aradığınız bu alçağı sonunda deşeceksek ne mutlu bize!

Yaşlı adam gencin sesindeki tereddütü hissederek:

- Ama sizin aklınız meşgul dostum, ne düşünüyorsunuz lütfen söyleyin, kılıç çarpıştırırken aklınızın dolu olmasını istemem.
Genç adam kurnaz bir tavır takınarak:

- İzin verirseniz üstadım, benim aklımda çok şeytani bir plan var.

- Buyrun kuzum, her zaman gençlerin fikrine saygı duyarım, dinliyorum.

Genç sanki o an kurmuşcasına heyecanla planı anlatmaya başladı:

- Ben siz hikayenizi anlattığınızdan beri rahat uyuyamıyorum Mösyö...

- Ne demek bu?

- Gözlerimden sicim sicim yaşlar düşüyor azizim, sizin gibi şerefli bir asilin sevdiği kadını çalan ve vahşice katleden bu sefili bulmadan edemedim.

Yaşlı adamın gözleri fal taşı gibi açıldı. Gencin ne demeğe çalıştığını anlayamadı. Yılların heyecaniyle:

- Bu rezil herifi tek başınıza bulduğunuzu mu söylüyorsunuz dostum?

- Mösyö, günlerdir bu adamı sorup soruşturdum, asilzade olmadığımdan olacak bana güvenen bir köylü bu adamı en son nerede gördüğünü ağzından döküverdi.

- Ya! Demek öyle?

- Evet Mösyö, şu an adamın hangi köyde saklandığını biliyorum. Bir emrinizle bu köyü yerle bir edebiliriz!

- Hemen hiddetlenmeyin azizim, bu dedikleriniz doğruysa daha kurnaz yaklaşmalıyız. Bu adamın içine şeytan girmiş! Hazırlanalım, bu gece yola çıkıyoruz.

- Garavel'e atları hazırlamasını söyleyeyim Mösyö, Allah'a emanet olun!

Genç adam yaşlı tilkiyi nasıl ikna ettiğine şaşıyordu. Böyle bir adam anca intikam hırsıyla bu kadar kolay ikna olurdu. Yıllar süren kedi fare kovalamacası ve boşuna ölen onca insan! Yaşlı adamın ismini ve nerden geldiğini düşündü: 

-Güney Fransa, asillerin şeref davası. Baron dö Lupien! Ne garip bir isim!





* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * 






Şimdi genç adamın bu olaylardan üç hafta önce nerde olduğuna dönelim. Zagreb'in üç fersah batısında toprak yoldan sapmış iki atlı genç aralarında konuşuyolardı. Büyük olan diğerine:

- Ufukta şehir gözüküyor kardeşim! Sonunda gelebildik, şuraya varmadan önce atları bir tırısa kaldıralım. Hadi deh!
İki kardeş Zagreb yoluna müthiş bir hızla saldırdılar, şehre varmaları uzun sürmedi. Şehirde küçük bir han bulup konakladılar.  Yemek vakit gelince lokantaya geçtiler. Ağabeysi kardeşine alaycı bir tavırla:

- Erik, hazır şehre gelmişken burdan bir dilber bulup evlenmeli! Ne dersin?

Bu sırada oturdukları masa donatılmaya başlamıştı, hancı kız o gece pek güzeldi. Yemekleri koyarken Erik'in gözlerinden kaçmamıştı.

- Demek yine sevda zihninizi meşgul ediyor, sizi en iyisi hancımızla evlendirelim!

- Aman dostum! Ne kadar genç biri olduğunu görmüyor musunuz Madamın, onunla evlencek biri varsa o da sizsiniz!
Erik'in bir an da olsa aklına yatan bu fikir önlerine yığılan envai çeşit yemekle kesildi. Tabakları silip süpürmeye başlamışlardı. Büyük kardeş Leon şarabın tadına bakıp:

- Vay canına! Ömrümde böyle güzel şey tadmadım! dedi ve son damlasına kadar yuvarladı.

Erik yemekler bitince sıkılmaya başlamıştı ve ağabeysine sessizce yaklaştı:

- Yemekleri neyle ödemeyi düşünüyorsunuz ağbi?

- Hiç bir şeyle! Birazdan sıvışacağız, hazırlan. Tabi dilber hancıyla oynaşmak istiyorsan başka!

Erik'in gözü tekrar hancı kıza kaymıştı. İsmini sormak için masadan kalkmıştı, içinde dehşetengiz bir heyecan vardı. O an orda ismini sorup ölse pişman olmazdı hiçbir şeyden. İçinden:
<<- Şimdi ne desem ki? >> diyordu. Ne diyebilirdi ki? Bu sırada hancı kıza yaklaştı ve kız başını Erik'e doğru çevirdi. Göz göze geldiler. Erik olduğu yere mıhlanmıştı sanki, hancı kızı az önce neden böyle görmediğini düşündü. Hırıltılı bir sesle:

- İsminizi öğrenebilir miyim Madam?

Genç kız yumuşak bir sesle cevap verdi:

- Vera.

Tam bir şey daha diyecekken Erik, içeri tombul suratlı bir herif girdi.
Erik dayanamayıp sordu:

- Bu fil suratlı herif de kim acaba?

- Bu benim babam ve hanın sahibidir!

Erik o zaman ne büyük aptallık ettiğini anladı. Kızın yanında babasına hakaret etmişti! Vera'ya dönüp özür dilemeyi düşünüyordu ama handaki bağırtı buna izin vermedi. Fil suratlı herif ağbisi Leon'u kapı dışarı ediyordu. Erik hancı kıza özgüveninin son kalan parçasıyla:

- Lütfen beni affediniz madam, dedi. Kapıya atıldı. Arkalarından hancı adam bağırıyordu:

- Bir daha o şeytan yüzlerinizi hanımda görürsem polisi çağırırım! Defolun gidin burdan serseriler!

Erik ağbisine ne olduğunu sormaya gerek kalmadan Leon cevapladı:

- Paramız yoktu...

O gece Zagreb'i terk ettiler. Doğudaki köylere doğru yol almaya başladılar. Vadiler uçsuz bucaksız, dereler alabildiğine soğuktu. Bir sonraki günün öğle vakti aralarında lakırdı ederlerken yollarının üzerinde iki karaltı gördüler. Yanlarına yaklaşıp:

- Siz de kimsiniz? Yol kesen haydut musunuz? Öyleyse ciğerlerinizin deşilmesine hazırlanın!

Karaltıların yüzleri iyice belli olmuştu, biri öne çıkıp samimi bir edayla:

- Aman genç dostum, şövalye dö Pardayyan'ı hatırlamadınız mı?

- Aha! Şimdi yüzünüzü görünce hatırladım! Köyümüze gelmiştiniz. Bu benim kardeşim Erik. Ya bu yaşlı efendi kimdir?

Hanri iyice yaklaştı gençlere:

- Hanri dö Pien, şu sıralarda ise sadece Hanri. Gördüğünüz gibi buranın yabancısıyım. Siz Mösyö lö Pardayyan'ın dostları olduğunuza göre ben de dostunuz sayılırım.

Erik ve Leon bu sözlere şaşırıp bir ağızdan:

- Aman efendim, dostluğunuzu kazanıcak bir şey yapmadık ki!

- Şövalye Pardayyan'ın dostu olmak benim için yeterlidir!

Pardayyan da bu kadar övgüyü kabul etcek değildi, coşkulu bir tonla:

- Benim gibi bir sefil sizin gibi bir asille dost olması bir şereftir üstadım! Bu gençleri de sizinle tanıştırmaktan şeref duyuyorum...

Görünüşe bakılırsa övgü alışverişi uzayıp gitcekti. Erik kurnazca davranıp araya girdi:

- Aziz Monsenyörler, biz Zagreb'te han paramızı ödeyemedik ve yollara düştük. Peki sizin gibi asil şövalyeler ne için bu durumda olabilir ki?

Pardayyan çocuktaki kıvraklığı farketti ve olan bitein kısa cümlelerle anlattı:

- Gördüğünüz gibi dostlarım durum tabiatiyle böyledir. Bu alçak Baron'u şehirden dışarı çıkarabilmemiz ve kellesini yere sermemiz lazım! Bunun içni size de ihtiyacımız olabilir. Bizimle misiniz?
Erik ve Leon bir ağızdan:

- Her zaman!

Gece boyu atlarıyla yol teptiler. Sorocani adlı köye yaklaştılar. Köyün yakınlarında odun toplayıp ateş yaktılar. Hanri tek başına ormana dalıp bir tilki gibi tavşan avladı. Ateşte tavşanlar kızarırken Pardayyan'ın aklına müthiş bir fikir geldi:

- Buldum! Buldum Mösyö Hanri! 

Tavşanları kızartmakla meşgul Hanri kafasını çevirdi:

- Ne buldunuz kuzum? Tavşanları kızartmanın daha iyi bir yolunu mu?

- Tavşanları sizden iyi kimse kızartamaz dostum. Ben Baron'u şehirden çıkarmanın yolunu buldum!

Hanri pür dikkat Pardayyan'ı dinlemeğe koyuldu. Bu sırada tavşanlar pişmiş Erik ve Leon hayvani bir iştahla butları mideye indiriyorlardı. Pardayyan planı anlattı, sonuna geldiğinde:

- Erik ya da Leon, ikinizden  biri de Zagreb'e girecek. Üstünüzü başınızı yırtın , şu ilerdeki çamura girip yuvarlanın. Zagreb'e girene kadar hiçbir şey yemeyin. Bu Baron olabildiğince kurnaz ve acımasız biri, en ufak bir şüphe olmamalı. Şeytanın inine girmek için şeytanca düşünmek gerekir!

- Kardeşim Erik benden zayıf ve bu tür işlerde daha kurnazdır. Baron'u kandırması çok daha kolay olacaktır.

Erik tavşan etini yuvarladıktan sonra:

- Haklısınız ağbiciğim lakin bu kadar şerefsiz olduğunu söylediğiniz bu adam bir anlarsa sağlam cehennemi boyladım!

Pardayyan babacan bir şekilde:

- Biliyorum dostlarım ama bu riski almalıyız. Hem siz çok sağlam güreş tutuyorsunuz, sizin için yaşlı bir Baron'u şişlemek zor olmayacaktır. 

- Güreş başka Mösyö, bu şeytanın muhafızlarını aşmak başka.

Pardayyan gencin kolay ikna olmadığını anlayınca lafı değiştirdi:

- Bu kadar lakırdı yeter dostlarım, malum seyahatinize başlamadan önce bana güreş tutmayı öğreteceğinize and içmenizi isterim.

Erik ve Leon Pardayyan'a güreş tutmayı öğreteceklerine söz verdiler. Gece bebekler gibi uyudular. Sabah olunca herkes heyecanla uyanmıştı. Erik üzerindeki böcekleri görüp avazı çıktığı kadar bağırdı:

- Amanın! Üzerimi sülükler kaplamış, imdat!

Hanri hemen atılıp sülükleri temizledi. Bu küçük vakıadan sonra Erik hazırlanıp atına bindi. Gruba dönerek:

- Allah'a emanet olun Monsenyörler, ağbi. Bu vazifemi hakkıyla yerine getirceğime Aziz Pollio adına yemin ederim!

Pardayyan eski günlerini hatırladı, kederlendi. Gencin gözlerindeki ışıltı onu çok etkilemişti. Hanri'nin kulağına: 

- Şimdi dua edelim de Erik vazifesinde muvaffak olsun...

Erik, kahramanca bir edayla yanlarından ayrılıp atını dört nala Zagreb şehrine, aslanın yattığı ine doğru sürdü...




V





"İhtiyar asker gayrihtiyarî:
- Desene, Parisin meydanlarından birinde asılmağa gidinceye kadar burada mahpus bulunuyoruz, diye mırıldandı."
-Zevaco



Erik'in Zagreb'e gidip Baron'un birliğine katılmaya muvaffak olduğunu biliyoruz. Şimdi de Erik'in konağa geldiği geceye, 2 Mart gününe Pardayyan, Hanri ve Leon'un kaldıkları kampa gidelim. O gece hava son bir haftada hiç olmadığı kadar gaddar esiyordu. Ekip uyuklamaya koyulmuştu. Hanri'nin özenle yaktığı odunlar rüzgarla oraya buraya savruluyordu. Savrulan odunlardan biri Leon'un boynuna büyük bir gümbürtü ile indi. Leon boynundaki acıyla feryadı yaktı:

- Amanın! Kalkın dostlarım! Adam öldürüyolar!

Pardayyan Leon'un ciyaklamasına uyanıp hemen kılıcını çekti. Etrafı kolaçan etti ve Leon'un yanına hafif bir tebessümle geldi:

- Ah genç Leon, odunlar rüzgarla boynuna sıçramış. Anlaşılan bir tanesi sizi iyi bellemiş! diyerek kahkahayı bastı.

Leon acısından etrafa müthiş küfürler yağdırmaya başlamıştı. Hanri'yi de uyandırmaya sebep olan bu olay herkesin karnını acıktırmıştı. Hanri arkadaşlarına dönerek:

- Allah kahretsin! Midemden hayvani sesler geliyor azizim Pardayyan, köye de yakınız, köylülerden erzak almalı.
Pardayyan bir kere daha tilki zekasını kullandı. Köylülerden erzak alma fikri ona şimdi çok basit geliyordu. Aklında çok daha zekice planlar kuruyordu. Arkadaşlarına ciddi bir tavırla baktı ve mırıldandı:

- Üç kişi Baron'un ordularına karşı koyacağız, şansımız düşük ama cesaretimiz hepsine bedel.

- Efendim Mösyö?

- Azizim, köylülerden erzak almakla yetinmeyeceğiz. Baron denen alçağı şişlemek istiyorsak köye istihkam kurmalıyız. Toparlanın çabucak, köylüleri yanımıza katmalıyız!

- Vay vay vay! Sizdeki bu akıl hiç durmak bilmez mi? Leon'a baksanıza yerinden kalkacak gibi gözükmüyor.

Leon hafifçe yerinden oynadı ve Hanri'ye döndü:

- Üstadım, şövalye haklı. Kardeşim planladığımız gibi yapabilirse vazifesini, köylülerin de yardımına ihtiyacımız olacak. Baron asla tek başına gelmez.

- Allah Allah! Siz nereden tanıyorsunuz Baron'u?

- İlk lafı açıldığında belirtmemiştim Mösyö fakat ben bu sefili tanıyorum.

- Ya?

- Evet, hem de bu Baron öylesine nüfuzludur ki tahakkümü Enkizitöre kadar ulaşır. Bu adamın orduları... , diyecekken Pardayyan heyecanla araya girdi:

- Enkizitör mü dediniz? Bu bizim gördüğümüz, Zagreb meydanında insanları katleden rezil mahlukat mı?

- Ta kendisi azizim Mösyö, adı Pedro dö Portocarrero'dur. Kendisi buraları kutlu Katolik kilisesi ve Papa V. Sikstus adına nizama getirmeye gelmiştir.

Hanri kaldıkları hanı yerle bir ettiren bu ismi hatırladı:

- Allah kahretsin! Hatırlarsanız şövalye, bu isim hanın kapısında da kulağımızda çınlamıştı. Bu adamlar felaket güçlü!Şimdi dua edelim bu köylülerin silahları olsun...

Leon köye adımlarını atmadan önce lakayıt bir şekilde:

- Şuraya bir işemem gerek, dedi.

Pardayyan ve Hanri bu gülünç gencin ağacın arkasına gidip işemesine kahkahayla güldüler. 
Köye girdiklerinde herkes yatıyordu, sevimli bir bekçi köpeği hariç. Köpeğin üzerinde garip bir esvap vardı. Pardayyan köpeği görünce Pipo'yu hatırlar gibi oldu, hüzünlendi:

- Şuna baksanıza üzerine ne çeşit bir şey giydirmişler!

Köpek bunları görünce havlamaya başladı. Köpeğin feryatlarıyla köydekilerin uyanması bir oldu. Ekip kendilerini birden hiddetlenmiş köylülerin arasında buldular. Köylülerden biri meşale yakıp yanlarına yaklaştı:

- Bu saatte köyümüze ne demeye geldiniz? Haydut musunuz, vergi memuru musunuz yoksa şeytan mı?

Pardayyan kıvrak aklını kullanarak:

- Aman efendim, aziz köylüm, vergi toplamak bize mi düştü? Bizim bir gram meteliğimiz yok. Buraya sizden yardım istemeye, daha da önemlisi sizin de hayatınızın tehlikede olduğu havadisini getirmeye geldik!

Son söyledikleri karşısında köylü şok oldu. Hanri'nin yüzüne ateşi tutunca içinden mırıldandı: << Kimdi bu adam yahu? >> Yüzünü hatırlamaya çalışıyor, hâtırasında evirip çeviriyor, bir türlü bulamıyordu.

Hanri köylüyü kısa yoldan ikna etmek için konuştu:

- Bak aziz dostum, kötü kalpli Baron pek yakında köyünüzü yakmaya gelicek, bu köyü mutlak surette korumamız icab eder. Anlatabildim mi?

Baron lafını duyunca tir tir titremeye başlayan kır saçlı yaşlı köylünün dizleri boşaldı, yere düştü. Pardayyan hemen atılıp kaldırdı adamı. Köylü kekeleyerek:

- Baron! Baron buraya geliyorsa, Enkizitor de gelicek demektir! Eyvahlar olsun! Şimdi hapı yuttuk!

- İstihkam kurmamıza izin verirseniz bu Baron denen köpeğin hesabını alırız aziz köylü, bütün köylülere yetecek kadar silahınız var mı?

- Ah Monsenyörler, bu durumda çok şanslıyız!
- Nedendir ki?

- Birkaç gün içerisinde köyümüzden silahla dolu yük arabası geçecek de ondan!

- Oo! Desenize dostum, burada hakiki bir muhasara yaşanacak!..


Köylülere durumu anlatan yaşlı adam ekibin kalması için samanlıktan yatak yaptı ve boş midelerine üzüm, incir ve taze inek sütü getirdi. Köylünün yüzünü gören Pardayyan:

- Sahi! Yüzünüz ölü gibi sararmış... Çok heyecanlanmışsınız. Endişe etmeye gerek yok, şövalye dö Pardayyan ve dostları burda olduğu sürece köyünüz güvendedir.

Köylü bir şey demeden yanlarından ayrıldı. Günler geçmeye başladı. Köye gelcek olan yük arabası ortalıklarda yoktu. Hanri yaşlı adama sinirlenip:

- Hani biri gelecekti dostum?

- Asil Monsenyör bu adamın sağı solu belli olmaz. Bugünlerde gelmesi lazımdır...

Bir haftalık bir süre boyunca ekip köyde kaldılar, köyün çevresine her türlü istihkam oluşturdular. Dışardan bakan biri burayı bir köy değil de kale sanırdı! Zaman geçmek bilmiyor Erik'ten de havadis gelmiyordu. Bir gece, Erik'in Zagreb'de Baron'u ikna ettiği vakitlerde köye atlı bir araba yaklaştı. Atı süren dazlak adam avazı çıktığı kadar bağırıyordu:

-İmdat! Yetişin, adam katlediyolar!

Pardayyan ve Leon o sırada atlıyı görüp imdadına yetiştiler. Leon meraklıca:

- Neler oluyor? Siz bu köye silah getirmesi gereken herif değil misiniz?

- Ta kendisiyim! Lakin yolda haydutlar pusu kurmuş, silahların da çoğuna el koydular. Kaçmayı zor başarabildim, hala peşimde olabilir bu cehennem zebanileri!

Pardayyan adamı teselli etmek için:

- Endişelenmeyin dostum, biz burdayken şeytanın kendisi gelse kıçına misketi yerleştiririm. Şimdi, getirebildiğiniz silahlara bakalım hele!


Bütün köylülere yetcek kadar silahları yoktu, durum iç açıcı görünmüyordu. Hanri odunları ateşe verip köyün etrafına direk şeklinde dikmelerini önerdi. Pardayyanla birlikte işe koyuldular. Sonraki günün şafağı, bütün balkanlarda görülmemiş bir yiğitlik destanı yazılacaktı...



* * * * * * * * * * * * *








Every Knight remembers (his dubbing) as the finest (day) of his existence...
—George Duby





Erik Garavel'in yanına gittiğinde ne kadar heyecanlandığını fark etti. Garavel'i uyandırmadan önce bir tereddüt devresi geçirdi. 
- Şuracıkta şu sefili boğazlamak vardı! diye mırıldandı.

Garavel uyanınca ne olduğunu anlamaya çalıştı. Erik atları ve erzakları hazır etmesini emir verir gibi söyledi. İki haftaya Garavel'in yıllardır toplayamadığı cesaret ve güce ulaşmıştı. Hazırlıklar tamamlanınca tekrar Baron'un yanına döndü. Baron'un zihni meşguldu. Köyü yakma fikrini düşünüyordu, ne hoş olurdu ezeli düşmanını diri diri yaksa! Heyhat, kaderin kendisine hazırladığı plandan habersizdi. Genci görünce:

- Hazırlıklar tamam mı diye sordu olabildiğince ciddi.

- Herşey tamamdır üstadım, bir emrinizle sefil mahlukatları yerle bir edeceğiz...

Baron kılıcını kınından hafifçe çekti, bir an Erik bütün planın suya düştüğünü düşündü lakin Baron gururla söze girdi:

- Eğil dizlerine, aziz dostum Erik!

Erik olayı kavramağa başlamıştı ve eğildi. Alnından ter damlıyordu. Baron devam etti:

- Sizi bu vesileyle şövalye ilan ediyorum. Monsenyör Erik olarak kalkın! 

İşte bu kısacık cümleyle ömrünün tamamını köyde geçirmiş Erik bir şövalye oldu. Baron mutlulukla:

- Bundan sonra sizinle benim aramda bir şey kalmasın, artık asil bir şövalye ve birliğimi kumanda etmeye hazır bir asilsiniz.

Erik, ne kadar Baron'a güvenmese de bu laflara dayanamadı:

- Bir ömür boyu emrinizdeyim azizim...

- Fevkalade... Şimdi hazırlanın, birliklerimizle beraber Enkizitörün yanına gidiyoruz!...






* * * * * * * * * * * * *










"Beyler! dedi Athos. Sizden cephanenizi boşa harcamamanızı rica ediyorum; şimdi herkes kendine bir hedef seçsin.
Ben seçtim, dedi d'Artagnan.
Ben de öyle, dedi Porthos.
Ben de, dedi Aramis.
Ateş! diye bağırdı Athos.
Dört silahtan tek bir patlama sesi çıktı ve dört adam yere düştü."
Alexandre Dumas, Üç Silahşörler


Köylüler barikatların arkasına ellerine ne geçirdilerse almış düşmanın varmasını korkuyla bekliyorlardı. Hanri'nin köyün etrafına ateş yakma fikrini Pardayyan mâkul bulmamıştı lakin yine de uygulamışlardı. Köy dışardan bakıldığında alev almış gibi duruyordu. Bazı gençlerin silahlarını doldurmada zorlandıklarını gören Pardayyan bağırdı:

- Kaybedecek bir saniyemiz bile yok! Pek yakında düşman kapımızda olacaktır dostlarım. Kaç kişi geleceklerini bilmiyoruz... Hangi zebanileri üzerimize salacaklarını bilmiyoruz... Pek asil köyün erkekleri, sevgili hanımlar karşımıza on bin süvari çıksa da buradan ayrılmayacağız! Kaçanlar bilsin ki şövalye Pardayyan bir ömür peşlerini bırakmayacaktır vallahi!

Coşku, hiddet ve biraz da tükürükle ilave etti:

- Elimizden geleni ardımıza komayalım bugün! Bu namussuz köpeklerin leşlerinden bir dağ yapalım!

Bu coşkulu hitabet ünlü hatipleri kıskandıracak derecede çarpıcıydı. Köylüler hayatlarında olmadıkları kadar cesurdular o sabah. Leon şövalyenin konuşmasını dinlerken içine titreme gelmişti. Dayanamayıp bağırdı:

- Dostlarım! Sakın ola bu namussuz askerlerin kaçmasına izin vermeyelim, hepsinin leşini görmek isterim!

Bu fevkalade coşku gösterisinin ardından yaklaşık bir kaç saat daha mevkilerinde kıllarını kıpırdatmadan beklediler. Pardayyan ön kapı gibi merkeze alınmış barikatın üstüne çıktı, etrafı şahin gözleriyle kolaçan etti. Hafiften sesler duymaya başlamıştı. Hanri de yaşlı kulaklarına rağmen duyuyordu aynı gümbürtüyü. Köylüler pür dikkat sesleri dinliyordu. Pardayyan mırıldandı:

- Baron! Sandığımızdan da sert bir darbe vurmak istiyor anlaşılan, bu ses bir birlikten geliyor olamaz...

Leon tiz bir çığlık attı:

- Eyvah! Yandık! Bir ordu geliyor üzerimize Monsenyörler!

- Telaş yapmayın, köyün etrafındaki ateş bir süreliğine yavaşlatacaktır onları. Hem sayılarına bakılırsa elimizdeki tüfekler bir kısmına yetecek gibi, gerisi şövalye dö Pardayyan'ın icabına bakamayacağı bir şey değildir...

Gerçekten de Leon haklıydı. Üzerlerine Baron'un birliği gelmiyordu sadece, Enkizitör'ün kudurmuş ordusu da noksansız oradaydı. Ordular sanki yek vücut olmuş bir alev topunun üzerine yürüyorlardı. Muhasara başlamadan önceki manzara görülmeye değerdi. Orduların arkasında Baron, yanında Enkizitör ve Erik atın üzerine geliyorlardı. Ormanın sonuna gelmişlerdi. Önlerinde vadi vardı, vadinin ucunda köy. Tepeden bütün meydan gözüküyordu. Yaman bir muharebe olacağı her halinden belliydi. Baron alevleri göstererek:

- Görüyor musunuz dostlarım? İşte korkakların bizi durdurmak için yaktıkları alev! diyerek derinden bir kahkaha bastı.

Erik içinden mırıldandı:

- Allah kahretsin! Bu kadar alevin içinden nasıl kaçacağım? Şimdi yandık!

- Üstadım, bu alevleri söndürmeyi mi düşünüyorsunuz?

Enkizitör alaycı bir tavırlar söze daldı:

- Kutlu Kilise'nin emirlerine karşı gelen bu kafir sürüsü, alevlerin rüzgarla kendilerine sıçramasından korkmuyorlar mı? Bunlar gerçekten de şeytanla iş birliği yapmışlar Baron!

- Monsenyör, ben diyorum ki bu alevleri Mösyö Erik'in de dediği gibi söndürelim. Bizim arkebüzlerin nişan alması bir hayli zor olacak yoksa... 

Atlı kumandanlar tepeyi ordularının arkasında inerlerken Enkizitör'ün birlikleri köydekilere gözükmeye başlamıştı. Askerlerin arasında tanıdık üç siğma daha vardı: Boris, Igor ve Dimitri. Üçü de tepeden tırnağa silah ve zırhla donanmışlardı. Handaki hezimetlerinden sonra Enkizitörün ordularına maaş karşılığında katılmağa gitmişlerdi. Alevleri görünce durumun ciddiyetini anlayan Boris arkadaşlarına bakarak:

-Eyvah! Biz ne salakmışız. Bu enkizitör bizi hasbelkader ölüme getirmiş! Ne diye kabul ettik ki bu vazifeyi?

Igor da durumdan rahatsız:

- Haklısın dostum, biz ne aptal adamlarız ki doğru düzgün bir işe girmiyoruz...

Dimitri de duruma kayıtsız kalamadı:

- Aman yarabbi! Şu alevlere bakın, şeytanın kendisi yakmış bunları!

- Hele bi savaş başlasın buradan sıvışmanın bir yollunu kollayalım.

- Enkizitör görürse derilerimizi meydanda diri diri soydurur. Köpeklerine yedirir.

Üç arkadaş çaresizce lakırdı ederlerken Pardayyan ve köylüler bütün coşkularıyla kalelerini müdafaa etmeye koyulmuşlardı. Ordular yavaşça alevlerin olduğu çizgiye yakınlaşmışlardı. Enkizitörün orduları yaklaşık yetmiş kişiydiler, Baron'un birliği ise arkadan geliyordu. Erik dönemin meşhur generallerine taş çıkartırcasına kumanda ediyordu birliği. Baron'un bir el hareketiyle birliği büyük ordudan ayırdı ve vadinin uzak köşesine yöneltti. Beygirler olabildiğince hızlıydı. Erik, kardeşi ve kendisi için dua etti. Bundan sonrası şövalye Pardayyan'ın kabiliyetine kalmıştı. Bu darmadağın durumun içinden ancak o çıkarabilirdi herkesi.
Enkizitör'ün orduları alevleri geçmeye çalışmadan durdurlar. Enkizitör adamlarına emir yağdırmaya başladı. Kısa bir süre sonra yanlarında getirdikleri tulumbaları taşıdılar. Ucuna hortuma benzer bir alet takıp ateşleri söndürmeye koyuldular. Ordular bunlarla uğraşırken Pardayyan köylülere bağırdı:

- Nişan al!




Bir kaç saniye sonra:

- Atış serbest!

Düzensiz bir şekilde tüfeklerden gümbürtü ve sonrasında duman çıktı. Öğle sıcağında ateşleri söndürmekle uğraşan ordu, köylülerin mermileri arasından çırılçıplak kaldılar. Pardayyan heyecanla:

- Alâ! Bakın nasıl da kaçıyor reziller! Tüfekleri doldurun!

Köylüler tekrar doldurmağa koyuldular. Hanri çok iyi nişancıydı. Yıllar boyu denizde avcılık yapmak gözlerine eşsiz bir yetenek katmıştı. Her atışında bir askeri indiriyordu. Lakin bu çatışma çok uzun sürmedi. Durumun farkına varan Enkizitör askerlerini geri çekti. Kendi yanında tuttuğu süvari birliğini hafifçe orduların yanına yürüttü. Arkebüzcü birliğine hiddetlenerek:

- Neyi bekliyorsunuz dingil haydutlar! Ateş!

Birlik neye uğradığını şaşırarak oraya buraya ateş etmeye başladı. Köylülerden ikisine isabet etti bu serseri kurşunlar. Hanri'nin gözleri doldu:

- Hay mel'un herifler! Şimdi gösteririm size! diyip nişan aldı. Tetiğe basmasıyla Igor'un omzunun parçalanması bir oldu. Igor feryadı kopardı:

- Offf! Yandım! Yetişin Boris! Dimitri!

Dimitri tüfeğini kullanmakla meşguldu. Boris uzandı Igor'a:

-Dayanın dostum, beyninizin patlamadığına şükredelim...

- Vay namussuz köylü! Bu işi aldığıma bin pişmanım!

Pardayyan orduların arkasındaki süvari birliğini fark etti. Tüfekçi birlikleri köye iyice yaklaşmış her ateşlerinde bir köylüyü yaralıyorlardı. Leon'a dönüp:

- Şimdi çok mühim Leon! Barikatlara yaklaşanlar olursa gebertin!
Leon müthiş küfürler savurmaya başlamıştı. Orduların kılıçlarını çekip barikatlara doğru koştuklarını görünce:

- Hay aksi şeytan... diye mırıldandı. Köylülere dönüp:

- Nişan al!


Bu son duman gösterisi birliklerin bir kısmını halletmişti. Lakin süvarilerle birlikte otuz beş asker daha geliyordu üzerlerine.O an gökten delicesine sert bir yağmur düşmeye başlamıştı. Hanri'nin saçları sırılsıklam oldu, Leon'a dönüp küfürleri savurdu.

Leon, ordular bariktların dibine gelince:

- Ha burada ölmüşüm, ha başka yerde! dedi ve kılıcını çekti. 
Pardayyan bu cesaret karşısında :

- Ölmek mi? Zor iştir, kardeşim. Ben kaç defa denedim, olmadı...





Barikatları tırmanmaya başlayan ordular köylülerin tırpan ve bıçaklarıyla yüz yüze geldiler. Hanri yadigar kılıcını çekip çarpışmaya girmişti. Her hamlesinde bir düşman yere seriyordu. Barikatın altı kol, bacak ve kafa parçalarıyla dolmuştu. Benzersiz bir kahramanlık manzarasıydı bu. Pardayyan Erik'in süvarilerinin hareketlerini seyredip köyün arka tarafına geçmeyi planlamıştı. <<- Şimdi Erik'in yapacağı hamle çok mühimdir >> diye mırıldandı.

Bazı köylüler, Enkizitör'ün süvarilerinin tabancalarından patlayan cehennemlik kurşun yağmurunun altında can vermişti. Lakin süvarilerin tabancaları bir daha dolamadı, yağmur her şeyi bozmuştu. Hanri bağırdı:

- Vay sizi gidi köpekler vay! Teneşire yatasıcalar! Şimdi bittiniz!

Süvariler de atlarından inip barikatlara koştular. Enkizitör ve Baron bütün bu olanları gökten üstlerine boşalan yağmurun altında put gibi izliyorlardı. Enkizitör müthiş bir kurnazlıkla:

- Bu köylülerin şeytanla anlaşmalarından yağmur da yağıyor! Şimdi sizin de saldırıp Tanrı'ya layık olduğunuzu kanıtlamanız gerekmez mi Monsenyör?

Baron gururuna dokunan bu sözden sonra, beygirini dört nala sürdü. Durumu fırsat bilen Enkizitör, kuduz köpeklerini meydana salıp atını Zagreb'e yöneltti. Çok geçmeden savaş alanından uzaklaşmıştı.

Pardayyan Erik'in süratle yaklaşmakta olduğunu gördü. Ne yapıp edip Erik'i aradan çıkarması gerekliydi.  Erik, birliğinie attan inme emri verdi. BU sırada Leon askerleri bir bir temizliyordu. Birden barikatların üstüne Boris ve Dimitri çıktı. Leon kafayı sıyırdı:

- Vay anam! Siz ne yapmağa buradasınız köyün delileri? Yoksa cenk etmeye mi ?

Boris korkarak atıldı:

- Şimdi teslim olursak canımızı yakmayacağınıza söz verir misiniz?

Dimitri bu durumu yediremedi:

- Ne diyorsun hıyar? Gardını al Leon!

Leon adam şişlemekten yorulmuştu. Kılıcını tutmakta zorlanıyordu. Dimitri ilk hamleyi yaptı. K3Ah Leon kâh Dimitri öne geçiyordu. Heyhat! Şans Leon'dan yanayıd. Dimitri müthiş bir kılıç darbesi gönderecekken ayağı taşa çarptı ve öne kaydı. Leon, aniden kılıcını Dimitri'nin sol omzuna soktu. Kahkaha ve feryat eşliğinde Boris:

- Vay anasını! Igor'un omzu bir, bu da iki. Desene sırada ben varım... Teslim oluyorum Leon, dedi ve k ılıcını yere fırlattı.
Leon zaferiyle sarhoş olmuştu:

- İlk gerçek düellom ve galibim!

Bu sırada yağmur iyice çıldırmıştı. Hanri üç kişiyle aynı anda kılıç çarpıştırırken bağırdı:

- Yağan bu rahmet Tanrı'nın bize bir lütfudur aziz köylüler, var gücünüzle biçin bu mel'unları!

Barikatlara tırmanan süvarilerden biri köylüleri sırayla yere seriyordu. Topu topuon beş kişi kalmışlardı. Baron atıyla barikatlara yaklaşırken durumu sezdi. Var gücüyle çığlık attı:

- Saldırın ulan! Kesin! Doğrayın!
Heyhat! Yağmur öylesine şiddetliydi ki, kimse sesleri duyamıyordu. Vadinin  öbür ucundan sis bulutu da yaklaşıyordu. Şimdi Hanri önüne geleni şişliyor, feryat figan eşliğinde kahkaha atıyordu:

- Alâ! Sakın ola gebermeyin dostlarım!

İyi dövüşen süvari Hanri'nin arkasına geçmişti, haince bir hamle yapacaktı ki Leon boğazına doğru fırlattı kılcını. Hanri arkasına dönüp:

- Aman! Size bir can borcum var şimdi, dedi.

- Lafımı olur, haklamaya devam ediniz asilzadem ben çok yorgunum Mösyö Pardayyan'ın yanına gidiyorum.

Pardayyan o sırada Erik'in birliğinin köye girdiğini fark etti. Yaman bir cenk olacağı belliydi. Leon da yanına yetişmişti. Pardayyan eliyle Erik'i göstererek:

- Aman dostum, dikkat edin kardeşinize, dedi.

Erik askerlerine emir verdi. Pardayyan birlikle çetin bir mücadeleye girmişti ki kimsenin beklemediği sis köye ulaşmıştı. Göz gözü görmez oldu. şövalye kimi yere serdiğini bilmeden:

- Eyvah! Bu hakladığım sefil, sakın ola Erik olmasın!
Her yere serişten sonra kontrol ediyordu kimi şişlemiş diye. Leon bağırıyodu:

- Erik! Kardeşim nerdesin! Haydi çık ortaya!

Leon kimi gördüğünü anlamadan üzerine gelen gölgeye kılcını sapladı. Sis yavaşça ortadan kalkınca tiz bir çığlık yankılandı köyde. Kılıç, Erik'in göğsüne girmiş, kanlar gökten düşen yağmur gibi damlıyordu. Pardayyan bir yandan kılıç çarpıştırıyor bir yandan da Erik'e doğru geliyordu. Birlikten eser kalmamıştı artık. Erik'in yanına ulaştı Pardayyan:

- Leon, acilen bir bez ve bir kova su getiriniz! Bu rezil mahlukları ben temizlerim, dedi.

Hanri de kendi tarafını temizlemişti. Köylüler zafer çığlıkları atıyordu. Lakin bu sevinç barikatların üstüne zalim bir yüzün çıkmasıyla kesildi. Gelen zat, Baron dö Lupyen'di. Hanri'yi fark edip:

- Hele şükür! Ezeli düşmanım Hanri dö Piyen! Canınızı almağa geldim. Askerlerim yenilmiş olsa bile ben sizi yeneceğim!







"Athos, Mileydi'ye doğru bir adım attı:
Bana yaptığınız kötülükler için sizi bağışlıyorum, dedi. Geleceğimi mahvetmenizi, şerefimi ayaklar altına almanızı, aşkımı kirletmenizi, beni içine attığınız umutsuzluk içinde huzurumu bir daha geri gelmeyecek biçimde ortadan kaldırmanızı bağışlıyorum. Huzur içinde ölün."
Alexandre Dumas, Üç Silahşörler



Hanri yıllardır peşini bırakmayan bu kuduz köpeği görünce sesi gitmeye başladı. Elleri titredi. O an katledilen karısını düşündü ve müthiş bir cesaret geldi içine. Avazı çıktığı kadar bağırdı:

- Vay alçak mel'un! Şimdi sizi Azrail'e ellerimle teslim edeceğim. Kaatil ve bir hainsiniz. Karımın intikamını şimid burada alacağım!
Kılıçlar yağan yağmurun altında parladı. Gökte fırtınalar kopuyordu. Şimşekler ormana düşmeye başladı. Herkül ile Hades'in savaşı başlamıştı. Boris ile Dimitri de durumu seyrediyordu. 
İlk hamleyi yapmazdan önce biz köyün biraz ötesindeki sefil zatın yanına gidelim. Bu sefil Garavel'den başkası değildi. Igor'un yaralı olarak yere serildiği yere gelip durdu. Köye baktı ve efendisinin kılıcını çektiğini gördü. Hemen koşmaya başladı köye, bu sırada Enkizitör'ün saldığı siyah tazılar yanından geçti. Kudurmuşçasına koşuyorlardı köye doğru. Barikatları bir zıplayışla geçip köylülerin üzerlerine saldırdılar. Boris üzerine gelen bir tanesini kılıcıyla biçti. Kellesini yere serdi.Dİğer ikisi ise köylülere musallat olmuşlardı. Boris hemen imdatlarına yetişti. Sanki o an en başından beri yanlış tarafta cenk ettiğini fark etmişti.
Herkül, Hades'i intikam aşkıyla ileri ittiriyor, barikatların dibine düşürmeye çalışıyordu. Hades fırsat vermeden kendisi atladı geriye. Kılıçlar şimşekler gibi çarpıyor, gökten düşne yğamur gittikçe şiddetleniyordu. Baron bağırdı:

- Ey sefil Hügno! Yıllar boyu seni kovaladım, hele bir nedenini sormayacağ mıydın?
Hanri hiddetlenerek:

- Ne önemi var rezil kaatil? Karımın intikamını burada alacağım, yağmurla birlikte toprağa karışacaksın!

Baron adamakıllı küçümsedi:

- Laf! Ben yıllardır sizi ve sizin gibileri avlıyorum! Ben Tanrı'nın Tazısıyım! Karınızı katletmemin sebebi Kiliseme hizmetten başka bir şey değildir...

Hanri o an olduğu yere mıhlandı. Baron'un karısına aşık olduğunu zannederdi. Heyhat! Baron en başından beri bir Dominikendi! Kafirleri ve sapıkları avlamayı meşguliyet bellemiş bir cani! O an içine Herkül'ün gücü girdi. Kılıcını havada öyle bir salladı ki Baron'un kılıcı yirmi metre geriye fırladı. Hanri Baron'a yaklaştı :

- Şimdi elimdesin, aşağılık köpek!

Baron son kozunu oynadı. Belindeki hançeri bir saniyede çekip Hanri'nin boğazına yapıştırdı. Hanri ne olduğunu anlamaya vakit bulamadan Baron üzerindeydi. Kılıcı hala elindeyken bir hamle yapmayı denedi, olmadı. Baron'u kucaklayıp yere sermeyi denedi. Baron'un ayağı kayıp yere yuvarlandı Hanri'yle birlikte. Çekişme tarihte eşine rastlanmayan bir şeydi. Baron Hanri'yi yumruklamayı düşündü lakin sırtında bir sızı hissetti. İkisi de yere serilmişti. Yağmurun altında sırılsıklam ıslanmışlardı. Köyden Boris olan biteni izlemeye gelmişti.
Baron elini sırtına dokundurdu ve Hanri'nin kılıcının yuvarlanırken sırtına saplandığını anladı. Şimdi ikisi de müthiş acılar içinde kıvranıyordu. Herkül ve Hades, Azrail'i bekliyordu. Yıllar süren kedi fare kovalaması nihayete ermişti. Boris köye Pardayyan'ı çağırmaya koştu.
Pardayyan'ı Erik'le ilgilenirken buldu. Leon ne yapcağını şaşırmış, kendine küfürler yağdırıyordu. Pardayyan sinirlendi:

- Leon! Saçmalamayı bırakın, o sisde Erik'i şişleyen bittabi ben de olabilirdim!

Leon dinlemiyordu, kardeşine bakıp bakıp ağlıyordu. Boris Pardayyan'ı görünce:

- Amanın, bu handa bizi haklayan Şövalye!

- Siz de layığınızı alan serseri değil misiniz?

- Aman şövalye, Hanri ve Baron vadide yere  düştüleri ikisi de ağır yaralı. Yetişin!

Pardayyan Hanri'nin yaralandığını duyunca iç geçirdi. Bayılacak gibi oldu ve Leon'a dönüp:

- Bu gençle birlikte Erik'e bakınız,  üstadın bana ihtiyacı var, dedi ve koşarak uzaklaştı.

Garavel efendisini takip edip uzandığı yere varmıştı. Hanri'ye bakıp:

- Bir azilzadenin peşine yıllarca düşüp ne elde etmeğe çalıştınız? Olacağı bu değil miydi Mösyö? dedi.

Baron konuşmak istedi ama başaramadı. Ezeli düşmanı yanında yatıyor , sonunda onu indirmeye muvaffak olmuştu. Lakin huzura erememişti. İstediğini almışi mutlu bir şekilde ölmesi gerekirken hiç de huzurlu değildi. Garavel'e hırıltıyla:

- Vah! Sonum bu mu olacaktı! Kimsesiz ve huzursuz geberiyorum Garavel! Bana acilen rahip çağırın.

Garavel'in eli ayağı titriyordu ne yapcağını şaşırdı. Pardayyan da yanlarına ulaşmıştı. Bu çapraşık durumdan hiç bir şey anlamadı. Hanri2ye doğru yaklaştı:

- Aziz dostum! Lütfen dayanın!

Hanri'ni konuşacak hali kalmamıştı:

- En güzel dostum şövalye dö Pardayyan! Ölürken bile yanımdasınız, Baron gördüğünüz gibi şiş kebap. Ha keza ben de öyleyim...

Son hırıltında sonra pardayyan ağladı:

- Amanın! Aziz üstadım diliniz neler konuşmakta? Şiş kebabı bir lokantada beraber yiyeceğiz, dayanın!

- Sizden yalnızca bir isteğim var, iki gözüm. Monpelye'ye uğrayacak olursanız çocuklarıma anlatınız neler yaşandığını, sizin ne kadar cesur yürekli bir şövalye olduğunuzu bilsinler!

Pardayyan'ın gözlerinden sicim sicim yaşlar düşüyordu. Yağmura karışmıştı her şey. Baron son bir güçle:

- Beni affediniz dö Piyen, hayatınızı zindan ettim. Beni lütfen affediniz!

- Bakınız dostum Pardayyan en azılı kaatillere tazılara bile merhamet gösterebilir Tanrı. Size gelirsek Baron dö Lüpyen, sizi ben değil Tanrı affedecektir, yalvarın şimdi!

Baron var gücüyle dizlerine kalktı. Kılıç hala sırtında saplıydı. En içten edayla göklere, çakan şimşeklere doğru tövbe etti:

- Ey ulu Tanrı! Bu yanımda yatan asil yürekli insanın hayatını zindan ettim. Ömrümü av hayvanları gibi Enkizisyonun emrinde geçirdim. Şimdi, sana geliyorum. Bütün yaptıklarımdan tövbe ediyorum. Bu aşağılık sefili affet! 



O an şimşek Baron'un dibine düştü. Sırtındaki kılıç yere fırladı. Baron son bir kez göklere baktı ve yere düştü, gözleri kapandı. Heyhat! İşte böylesine zalim birisi gök gürültüleri arasında, sırılsıklam ölmüştü. Tövbe etmesi Hanri'yi ve Pardayyan'ı çok sarsmıştı. Hanri de zamanın geldiğini fark edip:

- Ah azizim! Bu gördüklerimden sonra söylencek tek şey kaldı. Allah'a emanet olun, her daim şövalyeliğiniz koruyun ve dediklerimi unutmayın. Şimdilik görüşmek üzere, sizi bekliyor olacağım!

Hanri, canını oracıkta verdi. Pardayyan dayanamadı, Hanri'yi kaldırıp köye kadar taşıdı. Bu sırada Erik'de göğsüne yediği yaradan bayılmıştı. Köylüler ve askerledne teslim olanlar gördükleri manzara karşısında tir tir titrediler. Garavel efendisinin ölümüne çok üzülmüştü. O da tövbe etti. Pardayyan'ın yanına gelip:

- Beni de affedebilcek misiniz Mösyö?

- Siz ne yaptınız ki? 

- Baron'a on yıllık hizmet...

- Laf! Hiçbir şey değildir ki bu. Siz bundan sonra iyilik yapcağınıza söz verirseniz sizi affederim!

- Söz olsun! Binlerce kere söz olsun!

O gece fırtınalar koptu, köydekiler bu yağmurdaki bereket karşsıında şok oldular. Muharebe üzerinden sabaha kadar lakırdı yaptılar. Güneş doğduğunda Pardayyan Erik ve Leon'un yanına geldi , Boris, Dimitri ve Igor'u da aynı yerde gördü. Bu duruma çok sevindi:

- Ah! Ne güzel, gençler yeniden birlikte. Sizden bir istediğim olacaktı Leon kuzum.

- Buyrun Mösyö, emrinizdeyim.

- Bana şu güreşi bir öğretin!

Herkes kahkaya boğuldu. Leon verdikleri sözü tuttu ve Pardayyan'a öğretti Türklerin tuttuğu güreşi. Pardayyan çok sevdi bu sporu.Erik,hancı Vera'yı deliler gibi seviyordu. Zagreb'e dönüp babasından isteyeceğine söz verdi. Şövalye herkesle son kere vedalaştı:

- Hoşçakalın beyler! Umarım siz de Hanri gibi şerefli bir asilzade olursunuz.

Gençler hep bir ağızdan:

-Sizi özleyeceğiz şövalye! Siz bize çok şey öğrettiniz.

Pardayyan köyün arkasındaki ormandan su doldurdu kendine. Köylülerin zorlamasıyla biraz da erzak aldı yanına. Süvarilerden birinin beygirine atlayıp köyden uzaklaşmak üzereyken biri yaklaştı yanına. Atını durdurdu ve konuşmağa başladı:

- Aziz şövalye, bu köy için yaptıklarınızı unutmayacağız

- Lafı mı olur? Bunu herkes yapardı zaten dostum.

- Tevazü gösteriniz karşısında bir kere daha afallıyorum, lakin bu Enkizitör'ün kaçtığını da fark etmişsinizdir heralde?

- Sahi, bu rezil nereye kaçtı?

- Nereye olcak? İspanya'ya efendim... 

Pardayyan bir an durdu, aklından bir şeyler geçirdi tekrar yola koyulcakken yaşlı köylü konuştu:

- Son bir şey şövalye, sizi bir daha görebilcek miyiz?

Pardayyan hafifçe güldü, şapkasını başından çıkardı. İçine, yanına , tüyüne son bir kez baktı ve köylüye uzattı:

- Kim bilir?

Köylü şapkayı aldı ve şövalyenin verdiği cevabı düşünmeğe koyuldu. << Mösyö lö Pardayyan'ın şapkası , ne büyük bir şeref!>>  diye mırıldandı.Köyüne şapkayı başına takarak döndü.

Şövalye, atını gideceği yöne çevirdi. Dokuzuncu Şarl döneminden kalma bir av türküsünü ıslıkla çalarak sabah sisinin ardında kayboldu...











“A true knight is fuller of bravery in the midst, than in the beginning of danger.”

- Sir Philip Sidney