I
İngiltere'nin
güney sahil kentlerinden Folkestone, 1575 yılında bir şövalyenin müthiş
macerasına tanıklık etti. 2 Ekim'de oldukça soğuk bir sonbahar gecesinde, bir
grup serseri Kalkanhaç Hanı'nın önünde yaşlı bir şövalyeye saldırdılar.
Kılıçlar havada uçuşuyor, kurt şövalye serserileri çevik kılıç hareketleriyle
yere seriyordu. Lakin kavga ilerledikçe yaşlı şövalye yorgun düşmeye
başlamıştı. Henüz ciddi bir yara almamıştı ama bu şekilde devam ederse hanın
ahırının kapısında köşeye sıkışacaktı. Kılıç darbelerini ustaca savuşturmaya
devam eden yaşlı şövalye bir yandan da fırsatını bulduğunda saldırıp bir iki
mel'unu daha haklayıveriyordu. Nihayet hanın ahırının kapısına dayanmıştı. Son
birkaç darbeyi daha savuşturup son bir atağa geçmeyi düşünüyordu bir yandan,
kılıcının tadını serserilere iyice tattırmadan pes etmeye niyeti yoktu. Tam
atağa geçecekti ki bir anda han ahırının kapısı açıldı ve geriye doğru düşüverdi.
Kafasını küreğe çarpan yaşlı şövalye baygın bir vaziyette yeri boyladı...
Kızarmış
tavuk kokularıyla tekrar uyandı yaşlı şövalye. Ahırında bayıldığı hanın üst
kattaki odalarından birindeydi şimdi. Kendine gelmeye çalışıyordu, dün ahırın
kapısı açılıp yere düştükten sonra nasıl hayatta kalabileceğini düşünüyordu.
Hancının yanına indi. Şişman ve pembe suratlı hancıya:
- Beni
buraya kim getirdi?
- Genç,
Fransız bir monsenyör getirdi. Bir haftalık masraflara yetecek kadar da şilin
bıraktı sizin için.
- Allah
allah, kimmiş bu asilzade? Şimdi nerededir?
- Mösyö
dö Pardayan efendim, bu sabah hanı terk etti.
II
-
Bundan
daha iyisini şu an düşünemiyorum bile Arthur. Hoşça kal.
Sir Warham
Sir Warham
Yaşlı
şövalyemize o akşam neler olduğuna dönmeden önce 27 Eylül sabahına dönelim. İki
gündür aç ve susuz yol alan yaşlı adam atının üstünde uyur vaziyette Ashford’a
girdiği sabah birçok kişi onun sefil haline bakıp acımıştı. Hatta birkaç çocuk
yanına gelip ufak bir matarada su bırakıp gitmişlerdi. İçler acısı bu haliyle
yaşlı şövalye acınası bir dilenciden farksızdı. Lakin aslında atının cepleri
şilin ile doluydu. Bir meyhanenin önünde atının durdurulmasıyla uyandı. Birkaç
düşünceli delikanlı, yarası olduğunu ve bayıldığını düşündüğü için yardım etmek
istemişlerdi yaşlı adama. İhtiyar şövalye sımsıcak bir gülümsemeyle bir
sıkıntısı olmadığını anlatıp yoluna devam etti ve şehrin biraz dışında kalan
eski püskü bir hanın önünde durdu. Hanın dökülmüş tavanının altında şöyle bir
yazı vardı << Bedel ödenmeden kazanılan başarı ancak kötülere hastır.
>>. Yaşlı adam bu yazıyı görünce yüzünü bir tebessüm sardı. Hemen altında
da hanın ismi yer alıyordu << Demir Yumruk Hanı>>. Hanın önünde
duran bıyıkları yeni terlemiş delikanlıya dönerek
- Sen bu hanın çırağı mısın delikanlı?
- Evet efendim. Adım Richard. Hanımızda konaklamak ister
misiniz?
Şövalye
kafasıyla evet işareti yaptı ve atından indi. Atı ahıra götürmek için gelen
delikanlıya
- Dikkat etsen iyi olur, o at VIII. Henry’nin üzerinden
düştüğü hırçın atın soyundandır.
Bunun üzerine
çırak korkuyla karışık içinden küfürler sayarak atı ahıra doğru götürdü. Yaşlı şövalyemiz
<< Amma da ödlek çıktın be Richard!>> diye düşündükten sonra
delikanlıya birkaç şilin bırakıp odasına çekildi. Akşam yemeğine kadar da bir
kez olsun odasından çıkmadı. Temizlenip serseri halinden kurtulduktan sonra akşam
yemeğinde, iri kıyım kızarmış bir tavuğu mideye indirdi. Ardından, yanına gelen
hancıdan VIII. Henry zamanında İngiltere’ye özel olarak getirtilen nadir
Fransız şaraplarından istedi. Hancı bütün şaşkınlığıyla
- Affedersiniz efendim ama benim hanımda VIII. Henry
zamanında gelen özel Fransız şaraplarından olduğunu nasıl anladınız?
- Laf! Bu da soru mu be ey asil hancı! O şarapları, sen daha
burada babanın yanında ufacık çocukken, mahzenlere dizen delikanlı kimdi
sanıyorsun!
Ne
diyeceğini bilemeyen hancı olduğu yere mıhlanmış gibi kaldı. Yaşlı şövalyenin
kahkahasıyla kendine anca gelebildi.
- Beni fakir bir dilenci zannetmiştin ha Arthur! Haydi,
artık getir de şu enfes şarapları beraber yuvarlayalım!
Şimşek
gibi yerinden fırlayan hancı seçtiği en yıllanmış şaraplarla geri döndü ve
yaşlı şövalyenin karşısına oturdu.
- Olacak iş değil Sir Warham. Vallahi de sizi nasıl
tanıyamadığıma kahroldum.
Yaşlı
şövalye tüm alaycılığıyla
- Carrigaline’de dört yıldır isyanların göbeğinde kaldıktan
sonra vallahi ben de kendimi tanıyamazdım azizim.
- Sizin hayatınız isyanları bastırmakla geçiyor azizim, önce
Kent’te sonra da County Cork’ta…
- Beyhude Arthur! Tamamen beyhude! İnsanların birbirleriyle
refah içinde yaşamak istemiyorlar. Hep bir huzursuzluk, hep bir güç kaygısı,
hep bir entrika…
Hancı
daha fazla isyan, yıkım ve huzursuzluk konuşmak istemiyordu, içi yeterince
kararmıştı. Konuyu değiştirerek:
- Peki, sizi Ashford’a atan rüzgâr nedir azizim?
- Aslında Folkestone’a gidiyorum Arthur. Fakat uzun süredir
dinlenmemiştim ve eski bir dostu ziyaret etmek hoş olur diye düşündüm.
- Ne güzel yapmışsınız. Merakımı mazur görün efendim ama
Folkestone gibi şu an Fransızların akın ettiği bir sahil kasabasına neden
yolculuk ediyorsunuz?
- Sende de kedi merakı var be Arthur, dikkat et de başına iş
açmasın.
Bunun
üzerine hancı kıpkırmızı kesildi. Utancından yüzünü kaldırmaya cesaret edemedi.
Kafasını kaldırıp baksaydı Sir Warham’ın bütün alaycılığıyla kendisine
baktığını görecekti.
- Amma da kızardın be Arthur. Anlatılmayacak bir hikâyem yok
ya.
Bunun
üzerine Sir Warham bir kahkaha daha patlattı. Rengi yerine gelen Arthur
- Benim yıkık dökük hanıma sizin gibi saygıdeğer müşteriler
gelmeyeli epey olmuştu. Nazikliğimi kaybedeli uzun bir süre olmuş anlaşılan
- Olur mu öyle şey Arthur. Sadece mizah anlayışını
kaybetmişsin.
Bunun üzerine Arthur’un da
gülümsediğini fark eden Sir Warham ciddileşerek
- Dedim ya sana anlatılmayacak hikâyem mi olur. 1568 yılında
ailemle birlikte İrlanda’ya taşındım bir koloni kurmak amacıyla. Bir yıl sonra haziran
ayında kendimize destekçi bulmak için Carrigaline’e geldik. Fakat o sırada
artan isyanlar sırasında evimiz isyancılar tarafından ablukaya alındı ve ateşe
verildi. Karım ve kuzenim yardım gelene kadar dayandılar. Bir yıl sonra
denediğim planın anlamsızca olduğunu anladım ve 1570’de İngiltere’ye temelli
döndüm. İki yıl boyunca Desmond Kontu tarafından Leeds kalesinde alıkonuldum.
1569’daki yangında büyük yaralar alan eşim 6 yıl boyunca acılar çekti ve bu
sene vefat etti. Ben de evimizi yakan adi isyancıların geçen sene isyan tamamen
bastırıldıktan sonra Folkestone’a kaçtıklarını öğrendim. İşte bu yüzden
gidiyorum Folkestone’a Arthur. Belki de son kez kılıç çekmek için.
Arthur’un
benzi atmıştı gene. Bu sefer bembeyaz kesilmişti.
- Efendim keşke ben de bir şövalye olsaydım da sizinle
birlikte haklasaydım o adi mel’unları.
- Nefis tavuklarından ve bir iki Fransız şarabından bana
yolluk yapabilirsen en az yanımda kılıç çekmiş kadar fayda sağlarsın bana
Arthur!
- O da bir şey mi efendim. Size öyle yemekler hazırlayacağım
ki yedikten sonra önünüze Osmanlı yeniçerileri bile çıksa alt edecek gücü
bulacaksınız!
- O zaman çabuk tut elini Arthur çünkü bu gece yola
çıkıyorum.
Arthur
bir anda yemekleri hazırlamak amacıyla kayboluverdi ve mutfaktan nefis kokular
yükselmeye başladı. Sir Warham odasına çıktı. Kılıcını ve hançerini bilemeye
başladı. Bir yandan da yapacağı belki de son düelloyu düşünüyordu. Özenle her
silahını temizledikten sonra kestirmeye koyuldu
Gecenin
ilerleyen saatlerinde her şey hazırlandı. Sir Warham, Arthur ile vedalaşmak
için hanın kapısında durdu. Richard’tan atını getirmesini istedi. At geldiğinde
üzerindeki şilin yüklü torbaları kaldırıp Arthur’a verdi. Arthur ne olduğunu
anlamayarak
- Ne yapıyorsunuz efendim burada neredeyse tüm Ashford’u
silahlandıracak kadar şilin var.
- Benim geri dönüp dönmeyeceğim belli değil Arthur. Hem
öldürülürsem bu paranın haydutların eline geçmesini de istemem. Şu noktadan sonra
bu kadar şilini emanet edebileceğim bir kişi bile kalmadı. Bu parayı hanını
tamir etmek için harca. Eğer hayatta kalırsam ve dönebilirsem o zaman sonrasını
konuşuruz.
Arthur
hem ağlamaklı hem de kendinden emin
- Geri döneceksiniz efendim ve bu handa sizi tekrar
ağırlayacağım. Hem de döndüğünüzde şimdiki gibi yıkık dökük de olmayacak!
- Bundan daha iyisini şu an düşünemiyorum bile Arthur. Hoşça
kal.
- Hoşça kalın efendim.
III
-
Bu
Fransızlar da amma sevdi Folkestone’u ha. Yakında burası için de savaş çıkartırlarsa
şaşırmam!
Sir Warham
Sir Warham
Ashford’dan
ayrıldıktan sonra yavaş yavaş Folkestone yoluna koyuldu Sir Warham. Acele
etmiyordu, zira evini yakan ve karısının ölümüne sebebiyet veren mel’unların
haberi yoktu kendisinin onları aradığından. Folkestone’a vardığında çabuk
olmalıydı çünkü adi Todd onu gördüğü anda tanır ve bütün köpeklerini üstüne
salardı. Bu yaşında bir grup serseriyle tek başına uğraşacak gücü yoktu.
Dolayısıyla Todd’un son ana kadar kendisini fark etmemesi gerekiyordu, kalbine
indireceği son darbeye kadar…
Nihayet 2
Ekim günü güneş doğarken Folkestone sahiline vardı. Oldukça açık, bulutsuz bir
gündü. İngiltere için pek de alışılagelmiş bir sabah değildi. Bulutsuz bir
günde Folkestone sahilinden Fransa kıyıları görülebilirdi. Hatta dikkatle bakan
bir çift göz az çok Boulogne-sur Mer limanının silüetini seçebilirdi. Hatta
sahilin kıyısında dimdik ayakta duran bir genç tam da bu tarafa doğru
bakıyordu. Tabi bu kıyı şehirlerine daha önce gitmemiş olan Sir Warham’ın bunu
kestiremedi. Uzaktan şöyle bir süzdü bu yabancı kılıklı delikanlıyı. Bir
İngiliz gibi giyinmemişti, Kıyafetlerinden bir Fransız olduğunu tahmin etti.
İnce ve keskin bıyıklarını da görünce tahmininin yerinde olduğunu anladı.
<< Bu Fransızlar da amma sevdi Folkestone’u ha. Yakında burası için de
savaş çıkartırlarsa şaşırmam!>> Daha sonra yabancının sadece Fransız
olduğu için hakkında kötü düşündüğü hatırlayıp kendinden utandı ve <<Bu
saatte daha in cin top oynarken delikanlının başına serseriler üşüşmese bari.
>> diye düşündü ardından. Fransız gencin yanına gidip buraların bu saatte
çok da tekin yerler olmadığı söyleyip uyarmayı düşündü ama bunu yapmadı. Çünkü
burada ne kadar süre kalırsa Todd tarafından görülme ve bunun akabinde onun
çetesiyle tek başına uğraşmak riski vardı. Halbuki, O farklı düşünüyordu.
Todd’un nerede kaldığını bulana kadar şehirde kalmayacaktı. Her gece buraya
gelip keşif yapıp gündüzleri şehir dışında bir yerlerde uyuyacaktı. Hatta bu
planı uygulamak için saatlerce kendine şehrin dışında, sabah ve öğlen vakti
gölgesinde uyuyabileceği bir ağaç aradı. Ve tam Dover yolu üzerinde istediği
ağacı da buldu. Atını da götürmeyecekti yanında çünkü tam kafasının üzerinde
bembeyaz bir iz olan kahverengi atını da tanıma ihtimali vardı Todd’un. Tanınmamak
için aklına gelen tüm önlemleri almıştı Sir Warham. Artık sadece geceleri varoş
bir kılıkla şehre girip Todd’un nerede kaldığını öğrenmesi gerekiyordu, gerisi
kolaydı…
Sahilden
ayrılırken bu akşam işe koyulmasının iyi olabileceğini düşündü. Atını Dover
yolu üzerindeki bir tepenin üstünde bulunan müthiş büyüklükteki meşe ağacının
altına bıraktı. Sonbahar olduğu için yapraklarının çoğu dökülmüştü ama ağaç o
kadar devasaydı ki dalları bile yeterince gölge yaratıyordu. Atını sıkı
bağlamadı çünkü dönememe veya haydutlar tarafından atının alıkonulma ihtimaline
karşı çok güçlü atının iplerden çabuk kurtularak kaçmasını istiyordu. Zaten atı
o gelene kadar ip bağlamasa da beklerdi onu. Sir Warham’ın atlarla özel bir
ilişkisi vardı. En asabi, en üzerine binilemez atlar bile Sir Warham karşısında
durulurdu. Kesinlikle atlarla iletişim kurmasını çok iyi bilen bir adamdı Sir
Warham. 1.Elizabeth’in isyanları bastırmakla görevli ordularında ustaca at
binmesiyle nam salmıştı zaten. Hatta birçok general kendisinin Osmanlı
akıncıları kadar usta bir at binicisi olduğunu söylemişti kendisine, hem de
daha yirmili yaşlarındayken. Atını gayet hafifçe bağladıktan sonra Arthur’un
kendisi için hazırladığı yemeklerden yemeye koyuldu. Günler geçmişti ve o
yemekler ilk günkü lezzetiyle duruyordu. << Bu Arthur da yemek yapmayı
babasından iyi öğrenmiş>> diye düşündü son lokmayı mideye indirirken.
Biraz kestirmeye koyuldu sahilde gördüğü Fransız genci düşündü o vakitte ne
arıyordu o kıyıda acaba…
Güneşin
batmasına yakan yayan olarak yola koyuldu üstüne başını da bilerek biraz toz
içinde bıraktı şehre girerken. Yine sahil tarafından girdi şehre bir bakımdan o
Fransızı tekrar görmeyi umuyordu. Ve umduğunu buldu da sabahki dikildiği yerle
tam olarak aynı yerde duruyordu gene. Sir Warham bu sahneyi görünce epey
şaşırdı. Yine Fransa kıyılarına doğru bakıyordu yabancı ama bu sefer kıyılar
gözükmüyordu çünkü hafiften sis çökmeye başlamıştı. Birkaç gün boyunca da bir
daha görünmeyeceğine kanaat getirdi Sir Warham İngiltere’nin havası böyleydi çünkü.
Güneşli ve açık bir güne uyanmak epey zordur. <<Herhalde evini özlemiş
bir ana kuzusudur>> diyip güldü Sir Warham. Yine yabancı delikanlının
yanına gitmedi. <<Bu tür gereksiz işlere harcayacak zamanım yok. Önce
Todd’u halledeyim ondan sonra şu delikanlıyla bi sohbet ederiz artık>>
diye düşündü. Şehrin içine girdiğinde güneş batmıştı. Yavaş yavaş meydana doğru
geldi. Yolda rastladığı dilencilere Sarı saçlı fazlasıyla İrlandalıya benzeyen
sıska bir adam tarif etti ama hiçbiri yardımcı olamadı Sir Warham’a. Tam
bugünlük bu kadar yeter diye düşünmüştü ki bir handan yaka paça fırlatılan
yaşlı bir adamı gördü. Dışarıdan dilenciye benzeyen bu adamın yanına gitti ve
yine aynı soruyu sordu. Yaşlı adam Sir Warham’ı baştan aşağı bir süzdü ve
bahsettiği tarifteki adama benzer birini görmediğini söyleyerek uzaklaştı.
Oldukça kaba davranan adamdan sonra Sir Warham şansını daha fazla zorlamak
istemedi ve sahile doğru tekrar yöneldi. Dilencilere soru sormayacaktı bir
dahaki sefere, daha gizli dolaşmanın bir yolunu bulacaktı. Çünkü daha birkaç
saati tamamlamadan şehirden ayrılıyordu ve bir sürü dilenciye Todd’un tarifini
yapmıştı. Tesadüfen bir tanesi Todd’un adamı olsa bütün planı suya düşebilirdi.
Biraz tedbirsiz davrandığını düşündü. Biraz sinirli biraz da düşünceli şekilde
dönüyordu yolundan. Sahil kıyısında Fransız delikanlı yoktu şimdi.
<<Nereye kaybolmuştu acaba, tekrar gelir miydi?>>. Daha birkaç saat
önce sanki oradan hiç ayrılmayacakmış gibi dimdik duruyordu ama şimdi yoktu.
Yavaş yavaş yoluna koyulmaya başladı. Bir yandan da << Allahtan hiçbir
dilenci Todd’un adamlarından biri değilmiş yoksa şimdiye bir orduyla peşime
düşerdi mel’un>> Tam bunları düşünüyordu ki şehrin içinden birinin ona
doğru koşarak geldiğine gördü. Sesli bir şekilde
- Hay kör şeytan bir kere de korktuğum başıma gelmeyiversin.
Eli hemen
kılıcına gitti, her şeye hazır bir şekilde adamın ulaşmasını bekledi.
Gelenlerden biri Todd’un adamı olabilirdi belki de emin olmak için bir adam
daha gönderip kesin teyit ettirmek istemiş olabilirdi. Ama kaygıları nafileydi,
en son soru sorduğu yaşlı dilenciydi bu gelen. Onun suratını seçince kılıcının
kabzasını tutan eli gevşedi. Yine de tedbiri elden bırakmamıştı. Yaşlı adam
kendinden beklenmeyecek bir çeviklikle koşmuş ve Sir Warham’ın yanına ulaşmıştı
bile. Nefes nefese
- Efendim sizin bahsettiğiniz adamı meydanın aşağısında
kalan ufak kilisenin yanında gördüm ve takip ettim. Mavi kapılı Kalkan Haç
hanının içine girerken gördüm ve hemen şehirde sizi aramaya başladım.
- Bugün duyduğum en güzel haber bu. Çok teşekkür ederim.
Adınız neydi?
- David, efendim. Bu bilgi karşılığında aç karnımı
doyurursunuz diye düşünmüştüm. Yanlış anlamayın günlerdir bir şeyler yemiyorum
da.
Sir
Warham’ın yanında çok az bir miktarda şilin vardı. Güzel bir ziyafet
çektiremezdi bu yaşlı adama elindekilerle. Bu yüzden Arthur’un yaptığı
yemekleri ve bir şişe nefis Fransız şarabını David’e verdi. Yaşlı adam
teşekkürlerini sunduktan sonra yemekleri alıp şehrin dışına doğru uzaklaştı.
Bunun bir
tuzak olabileceğini, yaşlı adamın Todd’a haber vermiş olabileceğini ve şu an
hanın önünde kendisini bekleyen bir serseri ordusu olabileceğini pekâlâ
düşünmüştü Sir Warham. Ne de olsa yıllardır bu gibi tuzaklarla boğuşmuştu.
Fakat şu an oraya gitmekten başka bir çaresi de yoktu. Tüm yemeğini vermişti ve
geri dönemezdi. Zaten Todd kendisinin Folkestone’da olduğu haberini almışsa ve
tek olduğunu öğrenmişse illaki peşine düşecekti. Tek seçeneği vardı ve hanın
önüne gitmeliydi. Tek umuduysa bunun bir tuzak olmamasıydı, bugün bu iş burada
bitecekti, başka bir ihtimal yoktu.
Ağır
adımlarla meydana ulaştı ve kilisenin yoluna saptı. İçinden bunun bir tuzak
olmaması için dua ediyordu. Ama en kötü senaryoya da hazırlıklıydı. İşte Sir
Warham’ın pusuya düşürülmeden önceki hikâyesi buydu…